İNGİLİZ TEORİSİ BAKIŞ AÇISINDAN "İNSANİ MÜDAHALE" KAVRAMI
Önceki
21. Yüzyılda, modern uluslararası sistemin kendini her alanında görünür kılan aktörü Çin Halk Cumhuriyeti’nin (buradan sonra Çin ÇHC olarak ifade edilecektir) Ortadoğu coğrafyasına yönelik politikalarının analizini ve artan nüfuzunu üç yapısal faktör etrafında incelemektedir edilecektir. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde literatürde sıklıkla yükselen güç olarak tanımlanan Çin’in yükselişi ve hegemonya kavramı tartışılacak; literatürdeki bahse konu yükselişe dair yapılan tanımlama ve anlamlandırma girişimleri ele alınacaktır. İkinci bölümde Çin’in yükselişi olarak ifade edilen süreçle birlikte küresel düzeyde nasıl bir dış politika gündemi oluşturduğu ve izlediği incelenerek Ortadoğu’ya etkisi anlaşılmaya çalışılacaktır. Sonuç kısmında, Çin’in Ortadoğu’ya yaklaşımında yakaladığı fırsatlar ve karşılaştığı/karşılaşabileceği riskler ortaya konmaya çalışılacaktır.
ÖZET
21. Yüzyılda, modern uluslararası sistemin kendini her alanında görünür kılan aktörü Çin Halk Cumhuriyeti’nin (buradan sonra Çin ÇHC olarak ifade edilecektir) Ortadoğu coğrafyasına yönelik politikalarının analizini ve artan nüfuzunu üç yapısal faktör etrafında incelemektedir edilecektir. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde literatürde sıklıkla yükselen güç olarak tanımlanan Çin’in yükselişi ve hegemonya kavramı tartışılacak; literatürdeki bahse konu yükselişe dair yapılan tanımlama ve anlamlandırma girişimleri ele alınacaktır. İkinci bölümde Çin’in yükselişi olarak ifade edilen süreçle birlikte küresel düzeyde nasıl bir dış politika gündemi oluşturduğu ve izlediği incelenerek Ortadoğu’ya etkisi anlaşılmaya çalışılacaktır.
Sonuç kısmında, Çin’in Ortadoğu’ya yaklaşımında yakaladığı fırsatlar ve karşılaştığı/karşılaşabileceği riskler ortaya konmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Çin, Ortadoğu, Dış Politika, Yükselen Güç, Enerji, Hegemonya.
ABSTRACT
In the 21st century, the analysis of the policies of the People's Republic of China (hereinafter referred to as China PRC) which makes itself visible in every field of the modern international system, towards the Middle East geography and its increasing influence will be examined around three structural factors. The study consists of three parts. In the first part, the rise of China and the concept of hegemony, which is often defined as the rising power in the literature, will be discussed; Attempts to define and make sense of the aforementioned rise in the literature will be discussed. In the second part, with the process expressed as the rise of China, what kind of foreign policy agenda it has formed and followed at the global level will be examined and its effect on the Middle East will be tried to be understood.
In the conclusion part, the opportunities that China has caught in its approach to the Middle East and the risks it has faced / may encounter will be tried to be revealed.
Keywords: China, Middle East, Foreign Policy, Rising Power, Energy, Hegemony .
GİRİŞ
ÇİN ve HEGEMONYA KAVRAMI
Dünya tarihi pek çok farklı aktörün yükselişine ve çöküşüne sahne olmuştur. Bu yükseliş ve çöküşler on yıllarla ifade edilemeyecek kadar uzun, çoğu zaman yüzyıllık dilimlerle ifade edilebilecek süreleri kapsamıştır. Portekiz, İspanyol, Hollanda, Osmanlı, Fransız, İngiliz İmparatorluklarının ardından Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bu rolü ele geçirmiş ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan yeni düzenin hem kurucusu hem koruyucusu pozisyonunu ele geçirmiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın iki kutuplu düzeninin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona ermesi, küresel ilişkileri yeni bir düzleme oturtmuştur. Bu yeni düzlemde ABD’nin karşısında kendi gücüne denk başka bir aktör yerine kendi gücüne denk olmayan fakat bu potansiyele sahip başka aktörler belirmiştir. Böylece çok kutuplu dünya olarak tanımlanan yeni düzen şekillenmeye başlamış ve sistem içindeki devam eden inişler çıkışlar doğrultusunda şekillenişini sürdürmektedir. Bahse konu çok kutuplu düzenin aktörlerinden biri var ki Soğuk Savaş benzeri iki kutuplu bir düzen oluşma ihtimalinde ABD’nin karşısında yer alabileceği ihtimali çok sayıda akademik çalışmada yer almaktadır. Bu ihtimali var eden ülke Çin’dir.
Çin’in kuruluşundan ekonomisini dışarıya açtığı yıla kadarki süreyi kapsayan bu süre zarfında dış politikaya yön veren liderlerin yaklaşımlarının genel hatlarıyla açıklanması gerekmektedir. Bunlardan ilki Çin devletinin ve Çin Komünist Partisi’nin kurucusu olan Mao Zedong’un uluslararası ilişkilere dair ortaya koyduğu bakıştır. Mao’nun “intermediate zone theory” olarak bilinen bu yaklaşımı dönemin Çin dış politikasını şekillendirmiştir. Mao Zedong, bu fikri yaklaşımı, 1946 yılında Amerikalı gazeteci Anna Louise Strong ile gerçekleştirdiği mülakatta ortaya atmıştır.
II. Dünya Savaşı’nın ardından özellikle İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’daki hâkimiyetlerini kaybetmeye başlamış ve bu alan yeni bir mücadele alanına dönüşmüştür. Mao, bu alanı “intermediate zone” şeklinde tanımlamış ve bu alanın artık ABD ile Sovyetler Birliği arasında yaşanacak bir rekabetin coğrafi alanı olarak görmüştür. Başka bir ifade ile II. Dünya Savaşı sonrası belirlenecek olan uluslararası ilişkiler düzeninde bir nevi [1]güç boşluğuyaşananOrtadoğu’yahâkimolmamücadelesindeyaşanacaklarbelirleyiciolacaktı. Mao’nun ortaya koyduğu bu perspektif esasen Çin’in bir ulus devlet olarak kurulduğu ilk yıllardan itibaren Ortadoğu’ya atfettiği önemi açıkça göstermektedir.
1949’tan 1978’ye kadar geçen sürede Çin ve Ortadoğu arasındaki ilişkiler hızlı bir gelişme seyri izlemiştir. Yukarıda bahsedilen “intermediate zone” esasen Mao’nun daha kapsamlı bir teorisi olan World Zone Teorisi’nin bir parçasıdır. Mao bu teorisinde dünyayı Çin’in güvenliği, ilerlemesi ve modernizasyonu için jeo-stratejik öneme sahip olma bağlamında 3 bölgeye ayırmıştır (Olimat, 2014: 4). Bu teorinin özünde yatan 1940’lı ve 1950’li yıllardaki “tek alan” (one intermediate zone) fikrine, 1960’lı yıllarda “iki alan” (two in- termediate zones)[2] fikri eklenmiş ve teori 1970’li yıllarda resmi olarak formüle edilmiştir. Mao, Ortadoğu bölgesini “intermediate zone” olarak görüyor ve Çin’in bağımsızlığını ve istikrarını koruyabilmesi için hayati öneme sahip olduğunu düşünüyordu. Çinlilere göre, bu alanın düşman bir gücün eline geçmesi sadece üçüncü dünya savaşını başlatmayacak, aynı zamanda Çin’in hayatta kalabilmesini de tehlikeye atacaktı. [3]
1970’lı yılların sonunda Deng Xiaoping ile başlayan dışa açılma süreci Çin’i ekonomik olarak kalkındırmaya başlamış ve bu sayede yaklaşık 40 yıldır aralıksız büyüyen bir ekonomik performans sağlanmıştır. Bu performans Çin’i bugün ABD’nin ardından ikinci büyük ekonomik güç olma noktasına yerleştirmiştir. Bazı akademisyenler Çin’in yükselişini uluslararası sistem içinde yeni bir süper gücün doğuşu olarak nitelendirse de Çin devlet başkanları bunu her fırsatta reddetmekte ve amaçlarının “barışçıl yükseliş” (peaceful rise) olduğunu, ABD’nin bu yüzyılda üstlendiği rolü devralma ve hegemon bir güç olma gibi bir niyetlerinin olmadığını ifade etmektedirler. Fakat siyasal bir liderlik hedefi olmasa bile böylesi devasa bir ekonomiyi istikrarlı görünümde tutmaya devam etmek için çalışır halde kalmasına devam etmek mecburidir. Bu çalışmanın sürdürülebilir olması ise enerji ihtiyacının mümkün olduğunca aksamadan karşılanabilmesine bağlıdır.
Bu noktada ise Çin’in enerji ihtiyacının önemli sağlayıcılarından olan ülkelerin bulunduğu Ortadoğu coğrafyası Çin için hayati önem arz etmektedir. Elbette Çin’in Ortadoğu bölgesine yönelik tutumunun salt enerji bağımlılığı ile açıklanması yeterli olamayacaktır. Hâlihazırda bölgenin birçok gücün varlığını sürdürdüğü bir alan olduğu hatırlandığında, Çin’in Ortadoğu’daki varlığının daha küresel bir etki alanı mücadelesi olarak tanımlanması daha kapsayıcı bir açıklamadır.
Ayrıca, ‘orta alan’ olarak görülen Ortadoğu bölgesinde herhangi bir gücün başat güç olarak nüfuz sağlaması da aynı oranda önemli bir risk olarak görülmekteydi. Bu bağlamda, Mao’nun liderliği döneminde Çin’in Ortadoğu’ya bakışının Çin’in güvenliği ile ilişkilendirilerek mümkün olduğunca istikrarlı bir yapıda kalmasının sağlanması şeklinde ifade edilebilir.
Mao’nun dünya teorisine ilave olarak Başbakan Zhou’nun 1953 yılında açıkladığı ve Bandung Konferansı’nda vurguladığı 5 prensip gerek dönemin Ortadoğu politikasına gerek daha uzun vadede Çin dış politikasına çerçeve sunmaktadır. Bu 5 prensip; her ulusun toprak bütünlüğüne ve ege- menliğine karşılıklı saygı, saldırmazlık, iç işlerine müdahale etmeme, eşitlik ve karşılıklı kazanım, barışçıl bir arada yaşama ilkeleridir. Bu ilkelerle (Zhou, 1953) uyumlu olarak Çin, Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararına, İran’ın petrol endüstrisinin egemenliği mücadelesine, Ortadoğu halklarının ulusal bağımsızlık ve özgürlük davalarına ve Filistin halkının hak mücadelesine desteğini açıkça ifade etmiştir (Wang, 2010: 19).
Ortadoğu’da var olan karşıt veya çatışmalı aktörler arasında ise Çin bir tarafı destekleyerek diğerini görmezden gelmek yerine çoğunlukla iki tarafla da ilişki kurmayı tercih edegelmiştir. Bunun en belirgin örnekleri Suudi Arabistan-İran çekişmesi ve Filistin-İsrail çatışmasıdır. Bunun temelinde yine bölge içi çatışmaların Batılı güçlerin bir nüfuz alanı mücadelesi olarak görülmesi yatmakta ve bölgenin istikrara kavuşması için anti- emperyalist duruşun desteklenmesi gerekliliği vurgulanmaktadır. Bu yaklaşımı birkaç örnek ile somutlaştırmak mümkündür. Mısır lideri Nasır’ın 1956 yılında Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararının ardından yaşanan krizde Mısır’a en büyük desteği Sovyetler Birliği’nin ardından Çin vermiştir. 1958 yılında ABD’nin Lübnan’a, İngiltere’nin de Ürdün’e müdahaleleri Çin tarafından kınanmış akabinde de Irak ile diplomatik ilişkiler kurulmuştur.
1960’lı ve 1970’li yıllar Çin için gerek iç politika, gerek dış politika alanlarında hareketli ve zorlu yıllar olmuştur. 1960’ların başındaki en önemli gelişmelerden biri Çin ve Sovyetler Birliği arasında yaşanan ideolojik ayrışmadır. Bu ideolojik farklılaşma, Çin’in Ortadoğu ülkelerinden Sovyetler Birliği ile yakın ilişkisi olan ve olmayan ülkelere karşı yaklaşımını da doğrudan etkilemiştir. Örneğin; Mısır ve Suriye Sovyetler Birliği ile daha yakın ilişkiler kurduğu için Çin bu ülkelerle ilişkisinde daha mesafeli bir tavır içine girmiş, öte yandan Türkiye ve İran gibi daha Batı bloğunda olan ülkelerle ilişkisini geliştirmeye çalışmıştır (Pan, 1997: 37).
1966-1976 yılları arasındaki Çin’de, Büyük Proleter Kültür Devrimi iç politikada önemli etkiler meydana getirmiştir. Bunun dış politika alanına da yansımaları olmuştur. Çin’in Ortadoğu’daki tüm büyükelçileri – Mısır hariç merkeze çağrılmış; Kültür Devrimi’nin başlangıcından 1970 yılına dek Çin ve Ortadoğu ülkeleri arasında herhangi bir üst düzey resmi ziyaret gerçekleştirilmemiştir (Wang, 2010: 20). Diğer yandan, 1971 yılında Çin’in BM Güvenlik Konseyi daimi üyeliğini elde etmesi Çin’in Ortadoğu ülkeleriyle 1950’li yıllardan bu yana kurduğu ve geliştirdiği siyasi ilişkilerin bir meyvesi olarak görülebilir. BM 26. Genel Kurulu’nda ÇHC’nin Çin halkının tek meşru temsilcisi olarak görülmesi ve haklarının tesis edilmesine dair yapılan oylamada 15 Ortadoğu devleti lehte oy kullanmıştır. Aynı yıl, Kuveyt, Lübnan ve İran ÇHC ile diplomatik ilişkiler kurmuş; bu üç ülkeyi Ürdün, Umman ve Libya takip etmiştir. Kültür Devrimi yıllarında, Çin’in Sovyetler Birliği ile fikir ayrılığı daha da kendini hissettirmiş ve Ortadoğu’ya bakışını da temel olarak Sovyet- ler karşıtı bir çerçevede şekillendirmiştir. Bunu yaparken yine de diplomatik kanallar ilk olarak tercih edilmiş, Ağustos-Kasım 1971 döneminde İran, Türkiye ve Lübnan ile diplomatik ilişkiler kurulmuştur.
Orta Doğu’da devam etmekte olan ayaklanmalar konusunda ise , Çin’in BMGK daimi beş üyesinden birisi olması, Orta Doğu ülkeleri ile yakın ticari ve enerji ilişkileri olması ve bu ayaklanmaların Çin’de de “Yasemin Devrimi” adı altında nüvelerinin görülmesi nedeniyle Çin’i yakından ilgilendirmektedir. Çin’in Orta Doğu’daki halk ayaklanmalarına yaklaşımında, tarihsel merkezilik algısı, tarihi tecrübeler ve 1978’den itibaren Deng Xiaoping ile belirlenmeye başlanan büyük güç olma stratejisi gibi nedenlerden çeşitli paradoksların yaşandığı gözlenmektedir.
Şanghay Fudan Üniversitesi, uluslararası ilişkiler profesörlerinden Wu Xinbo’nun “Çin Dış Politikasını Sınırlayan Dört Çelişki” isimli makalesinde Çin’in dış politikasında birinci çelişki olarak büyük güç paradoksu, ikinci olarak “açık kapı” politikası ile egemenlik endişesi, üçüncü olarak belirlediği prensipler ile izlediği dış politika pragmatizminin uyuşmaması ve dördüncü olarak da çok taraflılık ve tek taraflılık arasında yaşadığı ikilemdir. [4]
Çin’in önde gelen uluslararası ilişkiler uzmanlarından Yan Xuetong’un ifadesine göre, Çinliler Çin’in nasıl küresel bir aktör olacağını sorgulamak yerine Çin’in dünyada neden en büyük küresel aktör olmadığı tartışmasını yaptıklarını belirtmektedir.[5] Bunların yanı sıra 1978’de Deng Xiaoping önderliğinde başlatılan reformlarla beraber gelişen, hızlı ekonomik büyüme sonucu, dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü ve enerji tüketicisi durumuna gelmesi haklı olarak Çinli liderleri ve Çinlileri gururlandırmaktadır. Kendisini büyük bir güç olarak gören Çin, dünya kamuoyu tarafından da büyük güç olarak kabul edilmekte, bunun yanı sıra uluslararası sistemde etkinliğini arttırmak ve sözünün daha çok dinlenir olmasını talep etmektedir. Büyük güç olmanın en büyük göstergelerinden birisi, dünyanın her neresinde olursa olsun bir sorun çıktığında bu soruna askeri ya da siyasi olarak müdahale edebilme kapasitesidir. Bu bağlamda “büyük güç” olarak Çin, komşusu olan Kırgızistan’daki, Tayvan’daki sorunu nasıl algılıyorsa coğrafi olarak kendisinden uzak olan Latin Amerika’daki ya da Orta Doğu’daki bir sorunu da aynı şekilde algılayabilmeli ve müdahil olabilmelidir. Çin büyük bir güç olmasına rağmen küresel anlamda ciddi kısıtlamalarının olması, kendi yakın çevresi dışında aktif olmaması “Çin’in büyük güç ikilemi” olarak ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda tartışılan Çin’in büyük güç olgusuna rağmen, özellikle Soğuk Savaş sonrasında, Çin’in reformist başkanı Deng Xiaoping’in belirlediği yol haritasında Çinli karar alıcıların Çin’in potansiyel gücünün ve reel gücünün farkında olduğunu göstermektedir. Çin’in büyük güç adayı olarak Orta Doğu halk ayaklanmalarına yaklaşımını Deng Xiaoping’in Soğuk Savaş’ın ve 1989 Tiananmen Olayları’nın hemen akabinde çizmiş olduğu “28 karakter stratejisinde” görmek mümkündür. Buna göre Çin’in Soğuk Savaş sonrası dış politikada aşağıdaki stratejiyi izleyecektir.
Çinli karar alıcıların, Çin’in süper güç olabilmesi için uzun bir yolunun olduğunun farkında oldukları görülmektedir. Bundan dolayıdır ki; Çinli liderlerin pragmatik temelli üçüncü dünyanın lideri olma çabası içerisine girmeden “28 karakter stratejisi” çerçevesinde ulusal bir politika takip ettikleri gözlemlenmektedir. Deng Xiaoping Çin’in süper güç olma yolundaki görünümünü “Çin bir köpeğin kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırması gibi alçak gönüllü olmalıdır.” şeklinde ifade etmektedir.[6] Dolayısıyla, Çin düşük profilde bir dış politika daha da özelinde Orta Doğu politikası izlemek istemesine rağmen yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı mevcut uluslararası sistem, cihan şümul bir güç olma iddiasında olan Çin’i, küresel söylemlerde ve eylemlerde bulunmaya zorlamaktadır. Bununla beraber Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına rağmen kendisini hala gelişmekte olan ülke (developing country) olarak nitelemektedir. Aynı zamanda Çin’de nüfusun çokluğu ve kişi başı gelirin düşük olması sosyal problemlere de kapı aralamaktadır. Devlet olarak zengin olmasına rağmen bu zenginlik halka dağıtıldığında Çin fakir bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada da Çin’in büyük güç imajının eylemlerine yansıyamaması ve ciddi çözüm önerilerinden yoksun söylem düzeyinde kalması Çin’in büyük güç paradoksu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bütün bu büyük güç paradoksu içinde hegomonya kavramını hayatımıza girmesine sebep olan Gramsci’nin düşünceleri, Robert W. Cox gibi ardından gelen pek çok akademisyeni yönlendirmiştir. Başta Cox olmak üzere yeni Gramscici yaklaşım teorisyenleri, Soğuk Savaş sonrası çatışmaların açıklanmasına ve anlaşılmasına katkıda bulunmuştur. Gramsci’nin devlet düzeyinde tanımladığı “hegemonya”yı, daha sonra Robert Cox küresel siyasete uyarlamıştır. Robert Cox için, Gramsci’nin hegemonya kavramı yeni realist kullanımlarından farklıdır. Yeni realizm açısından hegemonya, bir devletin diğer devletlere üstünlüğünü ifade ederken; yeni Gramscici yaklaşım açısından hegemonya, zorlama, yaptırımlar ve cezalar ile baskın olmaktan daha fazlasıdır. Gramsci’ye göre hegemonya aynı zamanda “entelektüel ve ahlaki liderlği de içermektedir.[7]
Yeni Gramscici yaklaşım, uluslararası düzeyde bir hegemonik sistemi, sadece devletlerarası hiyerarşik yapı içinde ve sadece askeri, siyasal ya da ekonomik göstergelerle değil; daha bütüncül bir yaklaşımla tanımlama amacındadır. Buna göre, devlet, realizmdeki dar anlamda devlet değil, kendi toplumsal temelini içeren,genişletilmiş bir devlettir.[8]
Yeni Gramscici yaklaşıma göre, hegemonya rıza temelinde ortaya çıkmaktadır. Hegemonyanın rıza temelinde oluşabilmesi için düşüncelerin benimsenmesi gerekmektedir. Buna göre, sadece askeri güce dayanarak hegemon olunamaz. Hegemon olmak, diğer devletlerin onayını gerektirmektedir. Cox'a göre hegemonya, egemen devletin ahlaki, politik ve kültürel değerlerini toplum ve alt topluluklara yayması ile sağlanmaktadır. Bunda sivil toplum kuruluşlarının önemi büyüktür. Sivil toplum, kısmen devletten özerk olan kurum ve uygulama ağlarından oluşmaktadır. Hegemonya, hedeflenen milletlere uygulanacak sosyal ve politik sistemler üretmektir.
Yeni Gramscici yaklaşım biçimiyle hegemonya kavramında en çok üstünde durulan nokta, ortak değer ve normların yaratılması yoluyla ortaya çıkan ortak bir yaşama biçimidir. Böylece, hegemonik düzen oluşur ve bu ortak yaşama biçimi ile devam eder. Belirli değerler temelinde gelişen bu yaşama biçimi meşruiyet kavramı için de önemlidir. Hegemonik düzen, öncelikle, tüm üyelerinin rızasına dayanması nedeniyle meşrudur. Hegemonik düzen, kendisini evrensel geçerliği olan ve herkes için iyiyi temsil eden bir düzen biçiminde sunmakta ve böyle kabul görmektedir. Cox’a göre, hegemonik meşruiyetin yaratılmasında ve devamında, uluslararası örgütler çok temel bir rol oynamaktadır. Bu örgütler hegemonik dünya düzeninin ürünleridir ve hegemonik düzenin meşrulaştırılması için benimsenecek norm ve kuralların oluşturulmasında ve diğer ülkelere yayılmasında temel konumdadırlar.[9]Bu noktada, diğer ülkelerin hegemonyaya yönelik tehditlerinin bertaraf edilmeleri için, uluslararası örgütlerin çok önemli bir işleve sahip olduklarını söyleyebiliriz.
Cox’un bu düşüncesi, ABD’nin Çin’in kurmuş olduğu uluslararası örgütleri, II. Dünya Savaşı’ndan bugüne kendi önderliğinde şekillenmiş uluslararası örgütlere neden alternatif birer kurum olarak gördüğünün ve tehlike olarak algıladığının cevabını vermektedir.
ÇİN ENERJİ POLİTİKALARI ve ORTA DOĞUYA ETKİSİ
Çin kurulduğu 1949 yılından ekonomik kalkınma hamlesinin başladığı 1978 yılına kadar, uluslararası bir enerji politikasına ihtiyaç duymamıştır. Ülke, bu zaman diliminde kömürü ön plana çıkararak kendi kendine yeterli olmuştur. Ancak 1990’ların başından itibaren meyveleri toplanmaya başlayan kalkınma hamlesi neticesinde ulaşılan ortalama yüzde 9’luk büyüme, petrol ihtiyacını öne çıkarmıştır. 1995 yılında petrol üretim-tüketim dengesi eşitlenmiş ve ülke bu tarihten itibaren tüketir hale gelmiştir.[10]
Bu noktada, “Çin niye bu kadar ‘enerjiye aç’ bir ülke haline geldi?” sorusu sorula- bilir. Bunun için Mao’nun ölümünden sonra iktidara gelen Deng ile başlayan yenileşme hareketinin amaçladığı stratejiye bakmak gerekir. Bu stratejide;
Üç safhalı bu stratejinin hedefleri enerji güvenliği ile ilgili ve iç içedir. İlk hedef, ekonomik üstünlüğün elde edilmesidir. Deng, 1961 yılında, Guangzhou Konferansı’nda ekonomik kalkınmaya yönelik “siyah ya da beyaz fark etmez. Eğer kedi fareyi yakalayabiliyorsa iyi kedidir” söylemiyle ekonomiyi geliştirecekse politikanın kapitalist ya da sosyalist olmasının önemli olmadığını ortaya koymuştur. Bu konuşma iktidara geldikten sonra güçlü bir ekonomi yaratmanın ilk adımını atmıştır.
2030’lu yıllarda dünyanın en büyüğü olması beklenen Çin ekonomisi, 1990 yılından itibaren ortalama yüzde 9– 10 büyüme yakalamıştır. Bu büyüme Çin’i 2010 yılından itibaren dünyanın ikinci büyük ekonomisi yapmıştır. 1997 yılında yaşanan Asya ekonomik krizinde yüzde 9 büyümeyi başaran Çin, Asya’daki küçük devletlere yönelik gümrük tarifelerinde yaptığı indirimler, ucuz hammadde satışı ve doğrudan para yardımı gibi girişimlerle Asya’da Japonya’nın ekonomik liderliğine son vermiştir.
Diğer bir unsur ise büyüyen ekonomiyle birlikte artan satın alma gücüdür. Satın alma gücü değer eşiğinden milli hâsılayı ölçersek Çin ekonomisinin, Almanya, Japonya, Hindistan ve Rusya ekonomilerinden büyük olduğu ve neredeyse ABD’nin ekonomisine eşit olduğu tespit edilecektir. Bu değer eşitliği, ülke içinde kullanılan enerji ihtiyacının sürekli artışına neden olan temel faktörlerden biridir.
Nitekim 1996 yılında dünyadaki enerjisinin yüzde 9,6’sını tüketen Çin’in, 2020 yılında yüzde 16,1’ini
tüketmesi beklenmektedir. Bu tüketim 2015 yılında ABD’nin tüketimiyle eşit hale gelecek, 2035 yılında ise Hindistan ve ABD’nin toplam tüketiminden daha fazla olacaktır.
Sanayide endüstriyel verimlilik ortalama yıllık yüzde 11 büyümektedir.[12]Sanayinin ihtiyacı olan petrolü n gelecekte sağlanamaması büyük problem teşkil edecektir. Bu problem ithalatla çözülmeye çalışılmaktadır. Bu çözüm Çin’i giderek dışa bağımlı hale getirmektedir. Çin’in petrol üretim seviyesinin son senelerde olduğu gibi durgun bir seyir izlemeyi sürdürmesi halinde, petrol ithalatı seviyesinin önümüzdeki on yılda günlük 2–4 milyon varil artış göstereceği tahmin edilmektedir.[13]
Tüm bu gelişmeler Çin’e enerji önceliklerini belirleme zorunluluğu getirmiştir. Bu öncelikleri şu şekilde sıralayabiliriz: [14]
Çin’in enerji ihtiyacını gösteren tüm bu rakamlar ve öncelikler, “enerjiyi sorunsuz ve kesintisiz bir biçimde elde etmeyi” Çin dış politikasını belirleyen unsurların başlarına yerleştirmiş ve enerji güvenliğini bir dış politika sorunsalı haline getirmiştir. Çin dış politikası, özellikle ABD baskısıyla konulmaya çalışılan ve ambargo/yaptırım içeren BM kararlarını veto etmeyi bir prensip haline getirmiştir. Bunun temel nedeni “barışçıl gelişim” politikası çerçevesinde kendisine düşman yaratmama isteğidir. Ambargo/yaptırım ile karşı karşı kalan ülkeden enerji alması durumunda ambargo/ yaptırımı kesinlikle reddetmekte, kabul etmesi halinde bile şartları tam olarak yerine getirmemektedir. Bu politik tavır bu ülkelerin Çin’e yaklaşması hızlandırmaktadır.
Bu nedenle Çin, özellikle Batı tarafından çeşitli nedenlerle ambargo konulan ya da yaptırımlar uygulanan ülkelerde enerji sektörü ne ö z sermaye aktarmakta, bu ülkelerde elde ettiği ortak projeler vasıtasıyla petrolü toptan alma ve pazarlama hakkına sahip olmaktadırlar. Çin’in yaklaşımı bu ülkelere, Batılı şirketleri daha çabuk ülkelerinden uzaklaştırma, Batıya ekonomik bağımlılığı azaltma ve en ö nemlisi insan hakları, demokrasi gibi kavramların ö ne sürülerek iç işlerine karışılmasını engelleme gibi avantajlar sağlamaktadır.
Çin’in Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını yapısal faktörler üzerinden değerlendirirken dikkate alınması gereken üç önemli değişken ekonomik bağımlılık, bölgesel istikrarsızlık ve küresel rekabet unsurlarıdır. Bu çalışmada ekonominin yanı sıra özellikle bölgesel istikrasızlık ile küresel rekabet unsurlarının Çin’in ekonomik çıkarlarını da belirleyici bir öneme sahip olduğu vurgulanmıştır. Birinci yapısal faktör olarak ele alınan ekonomik bağımlılık özellikle enerji ithalatı sebebi ile Çin için varoluşsal bir önem taşımaktadır. Ancak bu yapısal faktörün Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerini nasıl etkilediği sorusunun cevabı istatistiklerde değil diğer iki yapısal faktör analizi ile ortaya çıkan verilerdedir.
Çin’in Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını şekillendiren ikinci yapısal faktör olan bölgesel istikrarsızlık açık bir şekilde Çin’in enerji güvenliği başta olmak üzere Orta Doğu ülkelerindeki pazar arayışını riske atmaktadır. Bir yanda İran nükleer krizi diğer yanda Filistin-İsrail çatışması Çin’i konjonktürel ve sürekliliği olmayan dış politika kararlarına sürüklemektedir. Arap Baharı ile bu durum bir nebze değişmiş ve Suriye konusunda ABD ve AB’ye rağmen Rusya ile birlikte açık bir pozisyon almıştır. Ancak bölgenin diğer çatışma alanlarında gerilim arttıkça, örneğin Katar, Yemen, Libya krizleri vs. Çin’in tam teşekküllü yani belirli ilkeleri ve stratejisi olan Orta Doğu politikasına ihtiyacı artacaktır. Böyle kapsamlı bir politika bir yandan Çin’i Orta Doğu’ya daha fazla eklemlerken diğer yandan enerji güvenliği ve piyasa arayışını da güvence altına alacaktır.
Üçüncü yapısal faktör olan küresel rekabet Çin’in ekonomik çıkarlarını değil bölgesel istikrarsızlık konularındaki tutumunu da belirleyici unsurlar barındırmaktadır. Arap Baharına kadar bölgede ABD karşıtı bir pozisyon almayan Çin -özellikle Suriye iç savaşı ve 2015 yılında imzalanan İran anlaşması ile- açık bir karşıt tutum geliştirmiştir. Bu tutum sadece Orta Doğu’daki gelişmelerle de ilgili değildir. 2011 sonrasında ABD-Çin arasındaki rekabetin boyutları Asya Pasifik’teki jeopolitik gerilim alanlarının ötesine kayarak küresel düzen ve ticaret ile teknolojik rekabete doğru kaymıştır. Bugün ticaret savaşlarından Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile başlayan yeni küreselleşme önerisi ABD açısından açık bir tehdit olarak anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak bu üç yapısal faktör arasında hangisinin Çin’in Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını daha fazla etkilediği sorusu ayrı bir çalışmayı gerektirmektedir. Ancak bu çalışmada vurgulandığı gibi en önemli yapısal faktör olarak görünen ekonomik çıkarlara ek olarak bölgesel ve küresel rekabet unsurlarının belirleyiciliği yadsınamaz. İlerleyen yıllarda muhtemelen bu üç yapısal faktöre ek olarak her bir bölgesel ve küresel aktörün farklı seviyelerdeki dış politika analizleri Çin’in hem bölgede hem de küresel siyasetteki konumunu anlamada önem arz edecektir.
KAYNAKÇA
[1] Takahashi, 1990:1. 2 An, 2013: 35.
[2] An, 2013: 35.
[3] Shichor, 1979: 2.
[4] Wu Xinbo, “Four Contradictions Constraining China’s Foreign Policy Behavior”, Journal of Contemporary China 10, no. 27, (2001):293. Bilge Strateji, Cilt 5, Sayı 9, Güz 2013 .
[5] 18 Yan, a.g.m., 34.
[6] 21 Zhonggong Zhongyang Wenxian Yanjiu Xuanbian, Shisan da yilai zhongyao wenxian xuanbian 1, (Beijing: People Press, 1991), 16. 7 Ibid., s.212.
[7] Ibid., s.212.
[8] Stephen Gill, American Hegemony and the trilateral Commussion, the Press Syndicate of the University of Cambridge, Cambridge, 1990, s.47 .
[9] Robert W. Cox, “Gramsci, Hegemony and International Relations: An Essay in Method,” Gramsci, Historical Materialism, and International Relations, Ed.: Stephen Gill, New York, Cambridge University Press, 1993, s. 62 .
[10] Lianyong Feng et.al., “China’s Oil Reserve Forecast and Analysis Based on Peak Oil Models” Energy Policy, Cilt 36, No. 11, Kasım 2008, s.4149-4153.
[11] R. Kutay Karaca, Dünyadaki Yeni Güç Çin Tek Kutuptan Çift Kutuba, IQ Yayınları, İstanbul 2003, s. 158.
[12] Xin Zhiming ve Zhang Jiawei, “Industrial output up 11% in 2009”, China Daily, 21 Ocak 2010, http://www.chinadaily.com.cn/bizchina/2010-01/21/content_9355234.htm, (Erişim Tarihi 21 Ocak 2010).
[13] Soligo ve Jaffe, China’s Growing Energy Dependence, s.14.
[14] Sergei Troush, “China’s Changing Oil Strategy and its Foreign Policy Implications”, Sonbahar 1999, The Brookings Institution, Center for Northeast Asian Policy Studies, http://www.broo- kings.edu/articles/1999/fall_china_troush.aspx, (Erişim Tarihi 21 Temmuz 2011).
© Copyright 2024 TUİÇ Akademi - WebTech Bilişim tarafından sevgi ile geliştirildi.
YORUMLAR