Kesişimsellik Drag ile Buluşunca: Paris is Burning Film Analizi

Kesişimsellik Drag ile Buluşunca: Paris is Burning Film Analizi

  • Film Analizi
  • 21 Mart 2021 Pazar
  • 0
  • Okunma : 2450

Jennie Livingston tarafından yönetilen 1990 yapımı Paris is Burning New York'taki balo kültürünü anlatıyor. Yalnızca cinsel kimlik ya da cinsel yönelime vurguda bulunmayan belgesel, kesişimsellik teorisini de içinde barındırıyor. Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları stajyeri Elgiz Çakır'ın kaleminden...


Paris is Burning belgeseli, şimdilerde aşina olduğum birçok kavramın kökenini anlamam için çok iyi bir kaynak oldu. Bana göre belgesel tam da kesişimsellik kavramını anlatan bir içeriğe sahip. Hem queer, eşcinsel veya trans hem de Latin veya siyahi olan bu insanların toplumdan nasıl çok boyutlu bir şekilde dışlandıklarını, bu dışlanmanın onları nasıl kendi topluluklarını oluşturmaya ittiğini ve birlikte güçlenerek nasıl bu heteronormatif düzen içinde hayatta kalma mücadelesi verdiklerini gösteren çok önemli bir eser. Belgesel çekileli 30 yıldan fazla olmasına rağmen hala güncelliğini ve içerik olarak ilişkilendirilebilme özelliğini koruması aslında toplumun bu konuda hala nasıl yerinde saydığının, çok bir ilerleme kaydedemediğinin göstergesi. Drag kültürü artık popüler kültürün bir parçası haline gelmiş ve hatta heteroseksüel tüketiciler tarafından el konulmuş/üstüne yatılmış ve gündelik olarak kullanılıyor olsa bile, bu kabullenişin sadece tüketicilik kısmında olduğunu görmemiz çok da zor değil. Belgesel çekimi devam ederken belgeselin öznelerinden bir tanesi olan bir trans bireyin boğularak öldürülmesi o zaman ne kadar bu bireylerin her gün yüzleştiği riskler arasındaysa, bugün de aynı şekilde yüzleştikleri risklerden bir tanesi. Bu belgeseldeki queer, eşcinsel ve trans bireyler her gün AIDS, ırkçılık, homofobi, transfobi, açlık ve yoksulluk, evsizlik, şiddet ve taciz riskleriyle yüz yüze geliyorlar. Yaptığım küçük araştırmada gördüm ki, belgesele konu olan çoğu kişi belgeselin yayınlanmasından sonraki birkaç yıl içinde yeterli sağlık hizmetine ulaşamadığı için AIDS kaynaklı hastalıklar sebebiyle hayatını kaybetmiş. Hem aileleri hem de ait oldukları topluluklar tarafından dışlanan, reddedilen bu bireylerin drag performansları ve “balo”lar, onların hayatta kalma ve hayata karşı korkusuzca dik durmalarının bir simgesi. Burada kendi topluluklarını oluşturup kendilerine bir konum buluyorlar, kabul edilme ve değer görme duygularını yaşıyorlar. Pepper LaBeija’nın da belgeselde anlattığı gibi, ortak bir noktaları olduğu için yeni gelen insanlar bu “ev”lerin “anne”lerine sığınıyor ve onlardan bir koruma/destek bekliyorlar. Böylece kendi seçilmiş ailelerini oluşturmuş oluyorlar.


Bu belgeselde dikkatimi çeken bir başka nokta ise belgeselin öznesi olan ve heteronormatif yargıları olan toplumdan dışlanan queer bireylerin bu yargılara uymak ve toplum tarafından kabul görmek istemeleri. Röportajlarında beyaz ve zengin bir kadın olmak, bir kilisede evlenmek ve çocuk sahibi olmak istediklerini söyleyerek aslında toplumun heteroseksüel, ataerkil ve ırkçı temellerine dayanıyorlar. Belgeselden anladığım kadarıyla, feminenliğe tutucu ve geleneksel/basmakalıp bir bakış açıları var ve ancak bu kalıba uyarlarsa toplum tarafından kabul göreceklerini düşündüklerini gördüm. Geleneksel rollere uyma isteklerinin görülebileceği bir başka kavram da yukarıda bahsettiğim “ev” ve “anne” kavramları. Bu evlerin anneleri, kendilerinden daha küçük ve tecrübesiz olanları koruyor, onlara yol gösteriyor ve destek oluyor, yani anneler evin diğer üyelerinin bakıcısı (caregiver) konumunda. Bu da sanırım bir topluluk kurup hayatta kalabilmek için yaptıkları bir şey. Bu rolleri ana akım kültürde bilinen halinden kendilerine özel bir biçimde yeniden tasarlayıp kullanıyorlar. Burada dilin gerçekliği anlatmanın bir aracı olduğunu, bununla birlikte de duygusal ve psikolojik açıdan hayatta kalabilmelerine yardımcı olduğunu düşünüyorum. Aslında dil konusu sadece “aile” için değil, “balo” kültüründe belgeselde gördüğümüz birçok kavram için geçerli. Kendi aralarında bir dayanışma ve anlaşma, bir aidiyet hissi yaratmak için dili çok iyi bir şekilde kullandıklarını ve izleyiciye de bu dili çok güzel bir şekilde açıkladıklarını düşünüyorum.


İlgimi çeken başka bir nokta ise “balo”larda sergilenen kategoriler ve bu kategorilerin asıl anlamları oldu. Gerçek ve heteronormatif dünyayla dalga geçen veya ona uyum sağlayan birçok kategorinin (“realness (gerçeklik)” kategorileri gibi) varlığı bu bireylerin içinde var oldukları düzene politik olarak çok doğru bir yerden baktıklarını gösteriyor bence. Corey’in de belgeselde dediği gibi “balo”lar queer, eşcinsel ve trans bireyler için, ötekileştirip dışlanmak yerine eşit fırsatlara sahip olsalardı kendilerinin de statü sahibi bireyler olabileceklerini gösterdikleri bir yer. Yani bir açıdan drag queenler cinsiyet performansı sergilerken, aynı zamanda bir sınıf performansı da sergiliyorlar. Gerçek dünyada onlara sunulmayan ve/veya ulaşmaları engellenen kaynak ve fırsatları elde ettikleri ve yaşadıkları bir dünya oluşturmuşlar. Aynı zamanda jenerasyonların değişmesiyle “balo”ların da değiştiğini, insanların öncelikleri ve önem verdikleri şeylerin değiştiğini, bir şeyin tek bir yapılış şekli olmadığını göstermenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir nesil ondan önceki nesilden aynı konuda farklı düşünebilir ve davranabilir. Aslında temel amaç hala aynı, ama bu amacı gerçekleştirme yöntemleri zaman içinde farklılaşabilir.


Ek olarak, belgeseldeki bireylerin cinsiyet uyumlama üstüne birbirinden çok farklı görüşlerinin olması çok ilgi çekici bir durum. İnsanların cinsiyet kimliklerinin nasıl birbirinden ayrıştığını görmek için çok önemli bir nokta, fakat üzerine yeterince araştırma yapıp bilgi sahibi olmadan değerlendirme yapmamın doğru olmayacağını düşünüyorum.


Özetle, queer bireylerin içinde bulundukları ötekileştirişi, ayrıştırıcı ve baskıcı toplumsal düzende, karşılaştıkları sayısız risk ve sorunla nasıl mücadele ettiklerini, bunu da ne kadar yaratıcı ve derin bir biçimde ve incelikle yaptıklarını görmek isteyenlere, her gün duyduğumuz terimlerin, terminolojinn ve özellikle yeni jenerasyonda yaygınlaşan dilin kökeninin nereden geldiğini öğrenmek isteyenlere ve kendinden farklı olanı/kendiyle bir olanı anlamak isteyenlere kesinlikle önereceğim bir belgesel.

 

Elgiz Çakır

Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Stajyeri


O-Staj Ekibi
  • PAYLAŞ

YORUMLAR