TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI’NIN İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE VEKALET SAVAŞLARI ÇERÇEVESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI’NIN İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE VEKALET SAVAŞLARI ÇERÇEVESİNDE DEĞERLENDİRİLMESİ

  • Araştırma Yazıları
  • 23 Mart 2021 Salı
  • 0
  • Okunma : 9162

Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ve barış anlaşmalarının imzalanması uluslararası sistemde yaşanan çatışmaları bitirmeye yetmemiştir. Savaşın ardından kazananlarca çizilen yeni sınırların, kendine milliyetçi bilinç oluşturmuş ve ulus kimliği edinmiş toplumların istekleri göz ardı edilerek oluşturulması ve barış anlaşmalarının ağır koşulları İki Savaş Arası Dönemde şiddetin gitgide artmasına neden olmuştur. Bu çerçevede Avrupa, kendi ulus-devletlerini kurmak isteyen toplumların bağımsızlık savaşlarına sahne olmuştur. Türk Kurtuluş Savaşı da bu bağımsızlık mücadelelerinden biridir. Bu çalışmada öncelikle savaş olgusunun değişimi ve vekalet savaşı kavramı, ardından bu kavram üzerinden iki savaş arası dönemde yaşanan Türk Kurtuluş Savaşı’nın bir vekalet savaşı olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği Kurtuluş Savaşı döneminde Türk-Rus ilişkileri göz önünde bulundurularak tartışılacaktır.



Savaş Kavramının Değişimi

Savaş kavramı, insanlık tarihi kadar eski olmakla birlikte, ne kesin bir tanımı ne de sabit bir sınıflandırması vardır. Savaşlar; iç savaşlar, devrimler, uluslararası savaşlar olarak sınıflandırılabilecekleri gibi ideolojik veyahut dini sebeplerden de toplulukların savaşa gittikleri tarihte çokça görülmüştür. Bunların yanı sora topyekûn savaşlar, vekalet savaşları ve sınırlı savaşlar da savaşın farklı çeşitleri arasındadırlar. Savaş olgusu sabit bir şey değildir, tarih ilerledikçe savaşların yapısı ve işleyişi de çeşitleri içinde değişimlere uğrar. Bunun ardında yatan en büyük sebep ise tarihi süreç ilerlemeye devam ettikçe devletlerin savaşa yönelik motivasyonlarının da değişime uğramasıdır (Yalçınkaya, 2004).

Her yazar savaşın tanımını kendi bakış açısıyla yapmış olsa da, savaşın altında genel bir sınıflandırma yapılması gerekirse uluslararası savaşlar ve iç savaşlar olarak ikiye ayrılabilir. Uluslararası savaşlarda belli sınırlar içerisinde yaşayan bir toplum, başka sınırlar içerisinde yaşayan başka bir toplumla savaşmaktadır. Savaşın yürütülmesi için gerekli olan zor araçları (silahlar) devletler tarafından kontrol edilmektedir ve savaşta devletlere bağlı, bu araçları kullanan kuvvetler yer almaktadır. İç savaşlarda gözlenen ise aynı sınırlar içerisinde yaşayan bir toplumun dinamiklerinde yaşanan ve çeşitli sebeplerden kaynaklanan ayrılıklar sonucu birinin diğerine karşın baskın gelme çabasıdır. Bu gruplar da çeşitli zor araçlarına sahiplerdir ve bu araçları karşı taraf üstünde hüküm kurmak için kullanırlar (Yalçınkaya, 2004).

Savaş kavramı özellikle 19.yy’ın başlamasıyla belirgin değişimlere uğramıştır. Önceki savaş mantığı spesifik savaş alanları üzerinden yürütülüyordu. Ancak teknolojinin gelişmesi, savaş sanayinin büyümesi ve milliyetçiliğin hızla etkisini göstermesi halkın da savaşlara gitgide daha fazla dahil olmasına sebebiyet vermiştir. Halk, savaş alanlarının gerisinde orduya destek vermeye başlamıştır. Bu sayede topyekûn savaşlar dönemi başlamıştır (Yalçınkaya & Türkeş, 2008). Artık uluslaşmış toplumların savaşlarda hedefleri diğer uluslar olmuştur (Dedeman, 2016).

Savaşların klasik anlayışın dışına çıkmasıyla birlikte savaşan aktörler de olgu içerisinde değişime uğramaya başlamıştır. Savaşların sonuçları da bu değişimlerden etkilenerek her zaman beklenen şekilde gerçekleşmemektedir. Birinci Dünya Savaşı gibi geniş ölçekli bir topyekûn savaşın ardından milyonlarca insanın ölümüyle ve kaynaklarının kıtlığıyla yüz yüze gelmiş Avrupa’da bir barış durumu olması beklenirken yaşananlar ise bunun tam tersi olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrası mağlup devletlerle imzalanan barış antlaşmaları gerilimi bitirememiş, aksine şiddettin giderek tırmanmasına sebebiyet vermiştir (Gerwarth, 2016). Avrupa’da yaşanan bu “iç savaşlar” dönemi incelendiğinde bu savaşların hepsinde belli başlı ortak çatışma türleri olduğu görülmektedir. Bunlardan biri Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının dağılmasının ardından açılan alanda oluşum halindeki ulus-devletlerin diğer devletlerle olan savaşıdır. Türk-Yunan Savaşı da bu savaşlardan biri olarak incelenebilir. Savaşın ardından Avrupa’da mağlup olan imparatorluklardan arta kalan bölgelerde birçok devrim niteliğinde bağımsızlık savaşı baş göstermiş ve bu imparatorlukların yıkıntıları arasında toplumlar bir “ulusal yeniden doğuş” yaşamışlardır (Gerwarth, 2016).

Böyle bir uluslararası ortam içerisinde güç sahibi devletler, adeta Birinci Dünya Savaşı’nın artçısı niteliğinde olan bu savaşlara direkt müdahil olmaktan kaçınmışlardır. Ancak yeni kurulacak devletlerin jeopolitik ve stratejik açıdan sadece belirli bir bölgeyi değil, tüm dünyayı ilgilendirdiği aşikârdır. Bu nedenle büyük devletler bu savaşlarda taraf tutmuşlar ve kimi noktada adeta bir asil-vekil ilişkisi içerisinde destekledikleri daha küçük gruplarla aynı safta yer almışlardır. Bu durumda bir vekâlet savaşı durumundan söz edilmesi için öncelikle vekâlet savaşlarının tanımı ve çerçevesi incelenmelidir.

 

 

Vekâlet Savaşları

Vekâlet savaşlarının tanımının basitçe yapılması gerekirse; üçüncü bir aktörün stratejik çıkarlarını gözeterek başka iki devlet arasındaki çatışmaya dolaylı olarak müdahil olmasıdır. Vekâlet savaşları günümüz şiddet ortamlarında ve sıcak çatışma bölgelerinde daimi bir unsur olarak varlığını göstermektedir (Kazdal, 2018). Vekalet savaşlarının kökleri de savaş kavramı ile paralel olmak üzere 20. yüzyılın başındaki siyasi konjonktür yeniden şekillenmiştir. Devletler 20. yüzyılın başında yaşadıkları siyasi ve ekonomik buhrandan dolayı sıcak çatışmaya girmeyi göze alamadıklarından kendi stratejik çıkarlarını bir vekil aracılığıyla koruma yoluna gitmişlerdir.

Çatışmalara dahil olan bu üçüncü taraf aktörlere asil-hami ya da benefactor de denmektedir. Bu aktörler vekillerine para, silah ve askeri eğitim kanalları aracılığıyla destek vermektedirler. Bu sayede asiller doğrudan çatışmaya dahil olmazlar ve kendi kanlarını dökmedikleri gibi maddi anlamda da stratejik hedeflerini daha ucuz bir yolla gerçekleştirirler (Loveman, 2002).

Vekâlet savaşları ile ilgili olarak Yaacov Bar-Siman-Tov, “A Strategy of War by Proxy” (1984) isimli çalışmasında herhangi bir çatışmanın vekâlet savaşı olup olmamasıyla ilgili Türk-Yunan Savaşı ile ilişkilendirilebilecek iki önemli soru sormuştur. Bu sorulardan ilki çatışan her iki tarafın da vekil konumunda olup olmaması hakkındaki sorudur. Bar-Siman-Tov, herhangi bir çatışmada taraflardan biri vekâlet savaşı yürütürken diğerinin bir vekil olmadığı savaşların varlığı hakkındaki bu soruya böyle bir savaşın mümkün olabileceği cevabını vermiştir. Buna örnek olarak Sovyetlerin 1979’daki arasındaki Afganistan işgalini örnek göstererek; Sovyetlerin bu savaşa doğrudan müdahalesi mevcutken Amerikalıların ise mücahitler aracılığıyla bir vekalet savaşı yürüttüğünü söylemektedir.

Bir diğer soru ise sadece bir tane dış gücün bir vekili desteklemesi suretiyle bir vekâlet savaşı yürütülüp yürütülemeyeceği sorusudur. Bar-Siman-Tov’a göre (1984) vekil konumundaki aktörlerin illa ki kendilerini vekil olarak kabul etmeleri gerekmemektedir. Hâlihazırda asil konumundaki aktörlerin vekillerine yaptıkları yardımları “dış yardım” ya da “ekonomik planlama” olarak lanse ederek de vekâlet savaşı yürütebildiklerinin altını çizmiştir.

Bu noktada asillerin vekillerine sağladığı zor aracı yardımlarının (askeri mühimmat, teknoloji) gerekliliği belirgin bir biçimde gözükmektedir. Asiller, kendileri için savaşacak vekilleri savaş meydanına sürmek için gerekli altyapıyı onlara sağlayamazsa bu çatışmaya dahil olamazlar. Silah tedariki bu nedenle vekâlet savaşlarının en belirgin sembollerinden biridir.

 

Aynı zamanda maddi yardımların niyetinin incelenmesi de asil-vekil ilişkisini anlamakta çok önemli bir yer taşımaktadır. Eğer bir devletin diğer bir devlete yaptığı maddi yardımlar kalkınma uğruna ya da insani amaçlarla yapılmıyorsa ve çatışma halindeki aktörün karşısındakilere karşı savaşta üstün konuma gelmesi amaçlanıyorsa -bir nevi stratejik bir müdahale varsa- bu durum da asilin vekile müdahalesi şeklinde görülmeye müsaittir. Asillerin vekâlet savaşlarında bu yönteme başvurdukları sıkça görülmüştür (Kazdal, 2018).

Bu çerçevede incelendiğinde 1919-1923 arasında Ankara Hükümeti’nin yürütmüş olduğu Türk Kurtuluş Savaşı’na Sovyetler Birliği’nin verdiği desteğin bir müttefiklik ilişkisi mi, yoksa asil-vekil ilişkisi mi olduğuna dair tartışma tarihsel boyutta incelenecektir.

 

Kurtuluş Savaşı Döneminde Ankara Hükümeti ve Sovyetler Birliği İlişkileri

1917’de Bolşeviklerin Ekim Devrimi zaferinin ardından Çarlık Rusya yıkılmış ve yerine Sovyetler Birliği kurulmuştur. Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde dış politika yönü diğer toplumların komünist ayaklanmalarını desteklemek ve batılı emperyalist ve sömürgeci güçlerin karşısında yer almaktı.

Uluslararası sistemin yapısı incelendiğinde Sovyetler Birliği’nin yeni kurulan TBMM ile ilişkilerini sıkı tutmak istemesi beklenen bir gelişmedir. Aynı durum Ankara Hükümeti için de geçerlidir. Ankara Hükümeti o dönemde diplomatik yalnızlık içerisindeydi, aynı zamanda Sovyetler ile olan Doğu sınırının güvence altına alınması Ankara Hükümeti’ne Batı Cephesi’ne odaklanma fırsatı verecekti.

Sovyetler Birliği ise genel dış politika tutumunu bu ilişki içerisinde de koruyarak hem ortak düşmanlara karşı bir duruş oluşturmak istiyordu, hem de savaşın ardından yeni kurulacak devlette Bolşevizm etkisi olması amacını güdüyordu (Burçak, 1983). Bu motivasyonla gerçekleştirilen temaslarda Sovyetlerin tutumu ilk etapta şu şekilde olmuştur; Sovyetler Birliği Ankara Hükümeti’ne silah, para ve mühimmat yardımı yapacaktır, ancak Ankara Hükümeti kapitalistlere karşı Sovyetler Birliği ile aynı çizgide yer almalıdır. Ankara Hükümeti temsilcileri bu teklifi dostane olarak görseler bile ideolojik boyutundan dolayı kabul etmemişlerdir ( Özalp, 1971).

Dönemin Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in Ankara Hükümeti’ne olan tutumu da Türk-Rus ilişkileri için çok önemli bir boyuttadır. Çiçerin’in Ankara Hükümeti’ne karşı olan empatisi sayesinde iki devletin diplomatik ilişkiler kurma süreci de hızlanmıştır. Sovyetler Birliği, ideolojik eksende birleşmemelerine rağmen Ankara Hükümeti’nin mücadelesine destek verme konusunda pozitif karar almıştır.

 

Sovyetler Birliği’nin Kurtuluş Mücadelesi’ne Yardımları

Mondros Ateşkesi’nin ardından Osmanlı ordusu büyük ölçüde zayıflatılmıştı. Askeri teçhizatın neredeyse tamamına el konulmuş ve başkent İstanbul dahil olmak üzere Anadolu’nun birçok yeri İtilaf devletleri tarafından işgal altına alınmıştı. İşgale uğramamış bölgelerde ise askeri mühimmatın ulaşımı için gerekli altyapı mevcut değildi.

Osmanlı ordusunun gücü öyle azaltılmıştı ki; kara gücü mevcudu sadece 115.000 personel, 123.191 piyade tüfeği, 82 ağır top, 200 sahra topu ve 1.370 ağır makineli tüfekti. Bununla birlikte 9 kolordunun üç tanesi ( Trakya 1. Kolordu, Gelibolu 14. Kolordu ve İstanbul 25. Kolurdu) İtilaf devletlerinin gözetimi altında oldukları için bu mevcudiyetten yararlanamıyorlardı (Çalışkan, 2006).

Bu sırada Anadolu içerisinde dağınık olarak mücadele eden çeşitli örgütlenmeler mevcuttu. Ancak onların kaynakları da İtilaf devletlerinin gücüne kıyasla yetersiz kalmaktaydı. Osmanlı’nın girmiş olduğu Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nın ekonomik yükünü sırtlanan halk, yine de Mustafa Kemal’in örgütlenmesine katkıda bulunmaya çalışıyordu. Ancak bu yardımların da yetmemesi ve halkın omuzlarına daha fazla yük bindirmemek adına dış yardımların kabulüne ilişkin kararlar onaylanmıştır. Ardından Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden alınacak olan askeri ve ekonomik yardımların tedarikine başlanmıştır (Acun, 2016). Amasya Genelgesi’nden önce bu karara ilişkin yapılan toplantılarda ciddi fikir ayrılıkları yaşanmıştır. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yardımları altında yatan ideolojik eksen, Kurtuluş Mücadelesi içerisinde yer hatırı sayılır bir kesimi rahatsız etmekteydi (Sonyel, 1987). Bu tek taraflı bir durum değildir. Sovyetlerden gelecek yardımların gecikmesinde bir diğer boyut, Sovyetlerin de bu yardımların verilmesinin önüne Bolşevizm’in kabulü koşulunu koymasıdır (Gürün, 1991).

Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmadaki ana motivasyon “ortak düşmanlara karşı birlikte hareket etme” anlayışı olmuştur. Bu konunun netleşmesinin ardından, Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan üç gün sonra Mustafa Kemal Sovyetler Birliği’ne bir mektup yazdı ve “emperyalizme” karşı mücadelelerinin ortak olduğunu, bu bağlamda diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini ve Türk Kurtuluş Mücadelesi için belli miktarda silah ve para yardımının davanın başarısı için elzem olduğunu söylemiştir. Bolşevikler de emperyalizme olan tutumlarından dolayı Ankara Hükümeti’ne ve davalarına yakından ilgililerdi (Hovannisian, 1973). Görüşmelerin ilk safhaları olumsuz geçmiştir, bu olumsuzluğun birincil nedeni Ermeniler ile ilgili olan fikir ayrılıkları olmuştur (Sönmezoğlu, 2001). 1921 yılında taksitler halinde gönderilen askeri teçhizat ve mali yardımları 1922 yılında Joseph Stalin gibi önde gelen Bolşevik liderlerini rahatsız etmiştir. Stalin bu yardımların kesilmesi gerektiğini savunsa da Lev Troçki ve Lenin yardımların sürmesi lehinde bir politika izlemişlerdir (Çalışkan, 2006).

Mustafa Kemal Sovyet yardımları hakkında şunları söylemiştir: “Eğer Rusya’nın desteği olmasaydı yeni Türkiye’nin … istilacılar üzerindeki zafer kıyaslanmayacak kadar çok daha büyük kayıplarla kazanılabilirdi veya belki de hiç mümkün olmazdı. Rusya Türkiye’ye hem manevi, hem de maddi yardım göstermiş ve milletimizin bu yardımı unutması suç olur.”

 

Müttefiklik mi? Asil-Vekil İlişkisi mi?

Kurtuluş Savaşı’nın genel seyri ve Sovyet-Türk ilişkileri incelendiğinde, bu iki devletin yakınlaşmasının ana motivasyonunun ortak güvenlik kaygısı olduğu görülmektedir. Anadolu’nun geleceği Sovyetler Birliği için hayati derece bir öneme sahipti. Çünkü Ankara Hükümeti başarısız olsaydı Sovyetler Birliği Batı devletleri tarafından güneyden çevrelenecekti. Yunanistan ve Ermenistan yoluyla İngiltere bu coğrafyada hâkimiyetini arttıracaktı (Burçak, 1983). Boğazlar, Akdeniz ve Orta Doğu gibi stratejik noktaların batılı emperyalistlerin hâkimiyeti altına girmesi Sovyetleri hem fiziki hem de diplomatik anlamda sıkıştıracaktır. Bu nedenle Ankara Hükümeti’nin mücadelesinde muzaffer olması Sovyetler Birliği için de bir zafer anlamına gelmektedir. 

Öte yandan Ankara Hükümeti ise hem jeopolitik çıkarların örtüşmesinden kaynaklı olarak, hem de savaşın yürütülmesi için gerekli olan araçların tedarikinde batıdan herhangi bir kaynak talep etmenin imkânsızlığından dolayı Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmıştır (Sönmezoğlu, 2001). Ankara Hükümeti başarılı bir diplomasi yürütmüştür çünkü Sovyetlerin onlardan talep ettikleri ideolojik eksene gelmeden davaları için gerekli yardımı elde etmişlerdir. Mustafa Kemal’in bu durum hakkındaki açıklaması genel durumu özetler niteliktedir: “Bizim Ruslarla olan ilişkimizde esas olarak kapitalizm aleyhine, yani komünizm temellerinin kurulmasına temas dahi edilmemiştir. Kimse bize, görüşebilmek için komünist olunuz veya olmaya mecbursunuz demediği gibi, sizinle dost olabilmek için komünist olmaya karar verdik dememişizdir.”[1]

 

 

Sonuç

TBMM, Bolşevik nüfuzu altına girmeyi reddetmiştir ve ideolojik bir meşale taşımamıştır. SSCB’nin bağımsızlık mücadelesini desteklediği diğer gruplarda açıkça görüldüğü üzere bu gruplardan birincil beklentisi bağımsızlıklarını kazandıktan sonra yeni devletlerini komünizm etkisi altında oluşturmaları olmuştur. Ancak Ankara Hükümeti komünizme karşı olan çizgisini en başından beri belli etmiştir. Bu müttefikliğin kurulmasındaki en büyük motivasyon ise ortak güvenlik endişesidir. Aynı zamanda Lenin’in enternasyonel anlayışının bu müttefikliğin şekillenmesinde çok büyük etkisi vardır. Lenin’in enternasyonel anlayışına göre asıl olan mücadele komünizmi yayma mücadelesi değil, emperyalizme karşı savaşma mücadelesidir. Joseph Stalin gibi siyasetçiler emperyalizme karşı birliğin komünist olmadan mümkün olmayacağını savunmuş olsalar da Lenin’e göre sömürgecilerin karşısında duran herkes emperyalizme olan savaşta pay sahibidir. Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk’ü kendisi gibi devrimci bir lider olarak görmüş olması ve Türk Kurtuluş Mücadelesi davasına sempati beslemesi muhtemeldir.

Bütün bunlar incelendiği takdirde görülmektedir ki, Türklerin yürütmüş olduğu Kurtuluş Mücadelesi, iki savaş arası dönemdeki diğer vekalet savaşlarıyla benzerlik gösterse de bir vekalet savaşı olarak değerlendirilememektedir. Türk-Rus ilişkileri, dönem ve konjonktürün gerektirdiği biçimde ortak düşmanlara karşı, güvenlik ve stratejik kaygılarla oluşturulmuş bir müttefiklik ilişkisidir. İki ülke de aynı bölge içerisindeki diplomatik yalnızlıklarından kurtulmuş ve amaçları doğrultusunda hareket etmişlerdir.

 

 

ZEYNEPSU GÜLEK

Siyasi Tarih Programı Stajyeri

 

 

KAYNAKÇA

Acun, F. (1987). Atatürk ve Türk İnkılap Tarihi (14th ed.). Ankara: Siyasal Kitabevi.

Bar-Siman-Tov, Y. (1984). The Strategy of War by Proxy. Cooperation And Conflict19(4), 263-273. doi: 10.1177/001083678401900405

Burçak, R. (1983). Moskova Görüşmeleri ve Dış Politikamız Üzerindeki Tesirleri. 9-12.

Dedeman, F. (2016). Geleceğin Güvenlik Ortamının Şekillenmesinde Hibrit Savaş Modelinin Değerlendirilmesi. Güvenlik Bilimleri Dergisi, 5(1), 149.

Gerwarth, R. (2016). Mağluplar: Birinci Dünya Savaşı Neden Bitmedi? 1917-1923 (1st ed., pp. 21-28, 245-258). İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. AŞ.

Gürün, K. (1991). Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953) (p. 23). Ankara.

Hovannisian, R. (1973). Armenia and the Caucasus in the Genesis of the Soviet–Turkish Entente. International Journal Of Middle East Studies4(2), 129-147. doi: 10.1017/s0020743800027409

Karel, E. (2001). Atatürk'ten Düşünceler (p. 125). Ankara: ODTÜ Yayıncılık.

Kazdal, M. (2018). Savaşın Dönüşümü ve Vekalet Savaşları: Tarihsel ve Olgusal Değerlendirme, 7-11, 22-25, 35-64.

Loveman, C. (2002). Assessing The Phenomenon Of Proxy Intervention. Conflict, Security & Development2(3), 30.

Sonyel, S. (1987). Kurtuluş Savaşı'nda Dış Politika (1st ed., pp. 79-81, 84). Ankara.

Sönmezoğlu, F. (2001). "Kurtuluş Savaşı Dönemi Diplomasisi". Türk Dış Politikasının Analizi. (pp. 58, 85). İstanbul.

Yalçınkaya, H. (2004). Devletlerin Dış Politika Aracı Olarak Kullandığı Savaşın Soğuk Savaş Sonrası Değişimi, 28.

Yalçınkaya, H., & Türkeş, K. (2008). Yirmi birinci Yüzyılda Çatışma Alanında Görülen Yeni Unsurlar. Güvenlik Stratejileri Dergisi7, 59.

Çalışkan, Ü. (2006). Türk Kurtuluş Savaşında Sovyet Rusya'nın Malî ve Askerî Yardımları. Karadeniz Araştırmaları9, 36-42.

Özalp, K. (1971). Milli Mücadele (1919-1922) (p. 74). Ankara: Türk Tarih Kurumu.


O-Staj Ekibi
  • PAYLAŞ

YORUMLAR