Soğuk Savaş Sonrası AB ve ABD Dış Politikalarının Güvenlik Ekseninde Karşılaştırmalı Analizi

Soğuk Savaş Sonrası AB ve ABD Dış Politikalarının Güvenlik Ekseninde Karşılaştırmalı Analizi

  • Araştırma Yazıları
  • 05 Nisan 2021 Pazartesi
  • 0
  • Okunma : 2947

Soğuk Savaş süresi boyunca AB (Avrupa Birliği) ve ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ilişkileri ortak düşman algısı çerçevesinde ilerlemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında güvenlik algısının değişmesi, AB-ABD ilişkilerini de etkilemiştir. Bu çalışma, Soğuk Savaş sonrasında AB ve ABD dış politikasının değişen güvenlik anlayışı çerçevesinde gerçekleşmiş ayrışmasını incelemeyi amaçlamaktadır. Bu doğrultuda çalışma boyunca Bosna Savaşı, ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi, İsrail-Filistin sorunu, İran Nükleer Krizi ve Ukrayna Krizi çalışmanın örnek olayları olarak belirlenmiştir.


Özet 

Soğuk Savaş süresi boyunca AB (Avrupa Birliği) ve ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ilişkileri ortak düşman algısı çerçevesinde ilerlemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında güvenlik algısının değişmesi, AB-ABD ilişkilerini de etkilemiştir. Bu çalışma, Soğuk Savaş sonrasında AB ve ABD dış politikasının değişen güvenlik anlayışı çerçevesinde gerçekleşmiş ayrışmasını incelemeyi amaçlamaktadır. Bu doğrultuda çalışma boyunca Bosna Savaşı, ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi, İsrail-Filistin sorunu, İran Nükleer Krizi ve Ukrayna Krizi çalışmanın örnek olayları olarak belirlenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Dış Politika, Güvenlik, NATO

Abstract

During the Cold War, the relations between the EU (European Union) and the USA (United States of America) progressed within the framework of a common enemy perception. The change in security perception after the dissolution of the Soviet Union also affected the EU-USA relations. This study aims to examine the divergence that occurred within the framework of the changing security understanding of EU and US foreign policy after the Cold War. In this direction, the Bosnian War, the US military intervention in Iraq, the Israel-Palestine conflict, Iran Nuclear Crisis, and the Ukraine Crisis have been identified as the case studies.

Key Words: European Union, United States of America, Foreign Policy, Security, NATO


 Giriş

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Dünya üzerinde ABD ve Sovyetler Birliği’nin hâkim güçler olarak ortaya çıkması ve kendi perspektifleri üzerinden liderlik etme rekabetine girişmeleriyle beraber Soğuk Savaş başlamıştır. Bu dönem içinde Avrupa üstünlüğünü kaybetmiş, ikiye bölünmüştür. Batı Avrupa NATO ittifakı ile Amerika Birleşik Devletleri’nin, Doğu Avrupa ise Varşova Paktı ile SSCB kontrolü altında gelişim göstermiştir. Batı Avrupa coğrafyası Soğuk Savaş sırasında farklı iş birliği ve entegrasyon antlaşmaları ile kendi içerisinde gelişim göstermiştir. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile başlayan ekonomik iş birliği, zamanla başarılı gelişimler göstermiş ve sonunda Avrupa Birliği’ne evrilmiştir. Soğuk Savaş boyunca güvenliği ağırlıklı olarak ABD tarafından sağlanan Avrupa, Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte kendini bu anlamda sorgulamıştır. Bu sırada ABD dış politikasının da belli dönüşümlere uğramış olması Transatlantik ittifakın bakışındaki değişimde etkili olmuştur. Bu dönüşümle beraber iki farklı dış politika aktörü olan AB ve ABD, güvenlik eksenli dış politika olaylarında benzer reaksiyonlarda bulunmama eğilimine de yönelmişlerdir. Bu çalışma sırasında Bosna Savaşı, ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi, İsrail-Filistin sorunu, İran Nükleer Krizi ve Ukrayna Krizi gibi güvenlik eksenli olaylar incelenecek, iki aktörün tutumlarının ne derece benzer veya farklı oldukları sonuçlandırılmaya çalışılacaktır.

           


1. Soğuk Savaş Döneminde Avrupa'nın Ortak Güvenlik Politikası Oluşturma Girişimleri            

Avrupa’da ortak dış politikaya bağlı politika oluşturma girişimleri fikirsel olarak İkinci Dünya Savaşı öncesine de kök salmıştır. Ancak fikirsel girişimler bölgedeki devletlerin sömürge rekabeti, daha sonrasında gelişen Birinci Dünya Savaşı, ardından yükselen faşizm ve bunun getirmiş olduğu İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar somut bir örnek olarak Dünya tarihinde yerini alamamıştır (Efe, 2008).

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuyla beraber Avrupa’da ortak güvenlik mimarisi oluşturmak artık zorunlu bir hale gelmiştir. 4 Mart 1947 tarihinde Almanya’nın olası saldırısına karşı Fransa ve İngiltere, Dunkirk Antlaşması’nı imzalamışlardır. Bu anlaşmanın ardından daha geniş kapsamlı bir iş birliği Avrupa’da doğu batı kampının oturması neticesiyle Fransa, İngiltere ve Benelüx (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) ülkeleri arasında 17 Mart 1948’de “Ortak Savunma, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel İş birliği” hedefiyle Brüksel Antlaşması adında hayata geçmiştir (Efe, 2007). Ancak Avrupa savunmasının ana ekseni Brüksel Antlaşması ile oluşmamıştır. Savaşın sonunda Dünya liderliği fikri ile ortaya çıkan ABD ve SSCB, Avrupa’da ortak dış ve güvenlik politikasının oluşması için gerekli altyapıyı hazırlamıştır. SSCB’nin yayılmacı politikalarının Doğu Avrupa’yı etkisi altına almasıyla Batı Avrupa ülkeleri endişeye kapılmışlardır. ABD ile bu konuda ortak bir iş birliğini arzulayan Batı Avrupa ülkeleri, güvenlik politikalarının ana eksenini, ABD’nin liderliğinde oluşan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) çatısı altına dahil olarak gerçekleştirmişlerdir (Arıcan, 2003).

Bir diğer ortak güvenlik fikri ise 24 Ekim 1950’de Fransa Başbakanı Rene Pleven tarafından gelmiştir. Özünde bir “Avrupa Ordusu” kurma fikri yatan bu girişim, Pleven Planı olarak bilinmektedir. Avrupa Savunma Topluluğu olarak bilinen bu fikir, tek bir çatı altında yönetilecek, kendi yapısı içinde özerk bir kurum olacaktı. 27 Mayıs 1952 tarihinde kurulan Avrupa Savunma Topluluğu, Fransa parlamentosunun onayını alamaması sebebiyle başarısız bir girişim olarak kalmıştır (Eliassen, 1998).

Bu süre zarfında ortak güvenlik politikası hedefi, sadece Avrupa ülkelerinin içinde olduğu bir girişim ile başarıya ulaşamamıştır. Farklı politik eğilimlerin oluştuğu bölgede ağırlık, ekonomik bütünleşmeye verilmiştir. Başarılı bir ekonomik bütünleşmenin getireceği olumlu havanın ortak güvenlik politikası ile gelişeceği düşüncesi Avrupa’da var olmuştur. Bu doğrultuda halihazırda var olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun sağlamış olduğu başarılı iş birliği modeli, ekonomik entegrasyonun geliştirilebileceği düşüncesini kuvvetlendirmiştir.

1960’lı yıllarla birlikte ortak savunma topluluğu fikri yine gündeme taşınmıştır. Bu doğrultuda 1961 yılında ismini Danimarka’nın Fransa Büyükelçisi olan Christian Fouchet’ten alan Fouchet Planı, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’a sunularak Avrupa’da yeniden ortak savunma fikrini gündeme getirmiştir. Avrupa Birleşik Devletleri fikrini oluşturan bu plan, üzerinde uzlaşmanın sağlanamaması nedeniyle reddedilmiş olup, bu fikir Birinci Fouchet Planı olarak kalmıştır. Ardından yine Fouchet tarafından hazırlanan aynı plan yenilenmiş, fakat oldukça dar kapsamlı olması sebebiyle tekrar reddedilmiştir (Bodenheimer, 1967). Fransa tarafından hazırlanan bu tür fikirlerin yürürlüğe girememesinin asıl sebebi olarak NATO ortaya çıkmaktadır. Bu fikirlerin İngiltere ve ABD’yi dışlaması, bir bakıma SSCB’ye karşı güvenliğin omurgasını oluşturan ABD özelinde olumsuz bir izlenim yaratacağı ve bu etkinin NATO’ya zarar vereceği düşüncesi hâkim görünmektedir.

Soğuk Savaş süresi boyunca Avrupa, yukarıda verilen örneklerdeki gibi kendi içinde ortak bir güvenlik politikası oluşturamamış, bu unsur NATO ile halledilmiştir. Soğuk Savaş’ın 1980’ler ile azalan gerilimi, Avrupa’da yeniden siyasi iş birliği fikrini gündeme getirmiştir. 1980’ler ile gerçekleşen Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ve İran’daki İslam devrimi, Avrupa’nın uluslararası aktör olamadığını ve ekonomik bütünleşmenin örneği olarak gösterildiğini açıklamaktadır. Bu bağlamda 13 Ekim 1981’de, Avrupa Topluluğu devletlerinin dışişleri bakanları güvenliğin siyasi boyutunu ele alan bir çalışma olan Londra Raporu’nu yayınladılar (Efe, 2007). Bu rapor ile Avrupa Topluluğu silahların kontrolü, terörizm, silahlanma gibi konuların topluluk içinde tartışılabileceği kanaatine varmıştır. Bu doğrultuda Avrupa, artık uluslararası alandaki sorunlara dahil olan ve bu sorunlara çözümler arayan bir unsur haline gelmeyi amaçlamıştır.

1984 yılı ile Avrupa kendi içinde ortak savunma politikası konusuna daha fazla eğilmiştir. Brüksel Antlaşması’nın tekrar canlandırılması için yayınlanan Roma Deklarasyonu, Brüksel Antlaşması üyesi olan ülkeleri ortak bir güvenlik çatısı altında toplamayı amaçlamış, bölgedeki ABD tekelini kırmak istemiştir. Doğal olarak bu tür girişimler her ne kadar sesli bir biçimde dile getirilmemiş olsa da ABD tarafında hoş karşılanmamıştır. Bu ayrışma Soğuk Savaş’ın tamamen sona ermesi ile belli alanlarda gün yüzüne çıkacaktır.


 2. Soğuk Savaş Döneminde ABD'nin AB'ye Yönelik Güvenlik Politikası

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ABD ulusal güvenliği yeniden yapılandırılmıştır. Kara kuvvetleri, donanma ve hava kuvvetleri ile 1947’de oluşturulan askeri birimler, Soğuk Savaş boyunca pek çok ülke toprağında ABD’nin askeri gücünü temsil etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Atlantik coğrafyasının lideri olan ABD, savaş sonunda ekonomisi harap olmuş birçok Avrupa ülkesine mali yardımlarda bulunmuştur. Savaş sonrasında SSCB’nin kendi egemenlik alanına tehdit edeceği düşüncesiyle hareket eden ABD, NATO’yu kurmuştur (Kissinger, 2001). NATO üyelerinde Batı Avrupa ülkelerinin olması hem ekonomik açıdan hem de askerî açıdan bir ortaklık oluşturmuştur. Ancak bu ortaklık tamamen olumlu bir seyir izlememiştir. Avrupa’nın Washington tarafından gelen talimatlar ile yönetildiği fikri Avrupa ülkelerini rahatsız etmiş, ABD’nin hoşuna gitmeyen davranışlarda bulunmuşlardır. 1960’ların ortasına kadar Avrupa ülkeleri ekonomik toparlanmalarına etkisi bakımından ABD’nin etkisini göz ardı etmeseler de ABD’ye daha fazla yakınlaşmanın ulusal bağımsızlıkları açısından problem yaratacağı düşüncesine kapılmışlardır. Bu doğrultuda özellikle Fransa’da Charles de Gaulle yönetimi ABD’ye karşı farklı bir tavır takınmıştır.

ABD’nin Süveyş Krizi sırasında izlemiş olduğu politika açıkça İngiltere ve Fransa’dan ayrılmıştır. Daha sonrasında Kennedy’nin Berlin Krizini ele alış biçimi Batı Almanya ve Fransa’da kuşkuyla karşılanmıştır. Daha sonrasında ise 1980’lerde Amerikan füzelerinin Avrupa’ya yerleştirilme düşüncesi Batı Avrupa’da tepkiyle karşılanmıştır (Kissinger, 2001). Örnekleri verildiği üzere her ne kadar Soğuk Savaş döneminde aynı çatı altında bulunsalar da ABD ve AB, birçok farklı olayda kendi çıkarlarına yönelik davranışlarda bulunmaktan kaçınmamışlardır.

1980’ler ile ABD, genel dış politika perspektifinde Avrupa’ya yönelik bazı değişikliklere başvurmuştur. Bu noktada Batı Avrupa’nın kendi güvenliklerini sağlamada daha fazla sorumluluk alması gerektiğini belirten ABD, Sovyetlere karşı artık eskisi kadar savunma harcaması yapmak istememektedir. Yani rekabet artık askeri değil ekonomik bir hâle bürünmüştür (Cronin, 1990). 1989 yılı itibariyle Gorbaçov’un tüm eski SSCB topraklarını kapsayan bir Avrupa tasarısına katılacağını açıklaması Avrupa Topluluğu ve Rusya arasında yakınlaşmaya yol açmıştır. Bu olaydan rahatsızlık duyan ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yeni bir dış politika çizgisine evrilmiştir.


 3. Soğuk Savaş Sonrası Avrupa'nın Ortak Dış ve Güvenlik Politikası

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Dünya’nın siyasi çerçevesi değişime uğramıştır. Avrupa özelinde ise Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılması ile Berlin duvarının yıkılması, bölgenin tekrardan değişime uğrayabileceğinin belirtileri olmuştur. Sovyet tehdidinin sona ermesiyle çift kutuplu düzenin ortadan kalkması, Avrupa için bir anlamda kendisini siyasi olarak ABD’nin prangalarından kurtarması anlamına geliyordu. Yeni düzen ile oluşan ABD merkezli Dünya’da Avrupa, bütünleşme hareketlerine hız vererek siyasi aktör olma niyetini uluslararası politik eksende göstermeye başlamıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte ekonomik entegrasyon faaliyetlerinin geliştiği bu coğrafya, artık siyasi aktör olmak için daha güçlü adımlar atmaya başlamıştır. Her ne kadar Soğuk Savaş döneminde siyasi iş birliğini sağlamaya yönelik girişimler olmuşsa da gerek ABD’nin gösterebileceği olumsuz tutum gerekse de ekonomik entegrasyonun tamamlanamaması bu girişimlerin kuvvetli olamamasının güçlü nedenleridir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Avrupa’nın ortak dış politika oluşturabilmesine yönelik adımlarda yeni bir saha açmıştır. Böylece dış politikada ortak hareket etmenin Avrupa’yı güçlü bir aktör yapacağının farkında olan Avrupa Topluluğu ülkeleri, Maastricht Anlaşması ile ortak politikalarını “birleştirmeyi” ve zaman içerisindeki gelişimine bağlı olarak “tekleştirmeyi” kabul etmişlerdir (Dedeoğlu, 2005). Maastricht Antlaşması ile artık Avrupa Birliği, ortak dış ve güvenlik politikası araçlarını daha etkin kullanabilecek zemine kavuşmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yükselen bölgesel istikrarsızlıklar ve çatışmalar, Avrupa Birliği’nin demokrasi, insan hakları gibi değerler üzerinden sorunlu alanlara yönelik dış politika aracı haline de gelmiştir. Ancak Maastricht Antlaşması ile oluşması hedeflenen ortak dış ve güvenlik politikası Balkanlardaki gelişmelerde başarısız kalmıştır. Bunun üzerine Avrupa Birliği ortak savunma politikalarına daha çok ağırlık vermiştir. Bu noktada NATO’nun işlevinin AB tarafından sorgulanması NATO için yeni bir strateji anlamına gelmekteydi. Artık NATO, Avrupa ülkelerinin daha fazla sorumluluk almasını sağlayan “Yeni Stratejik Konsepti” açıklamıştır. Aralık 1995’te Madrid’de toplanan AB üyesi ülkeler ortak dış politika hedefini daha kuvvetli bir biçimde tanımlamış olan Avrupa siyasi gündemini kabul etmişlerdir. Gündemin kabul edilmesi yeni bir anlaşma ile sonuçlanmış ve Amsterdam Antlaşması olarak neticelenmiştir.

Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Avrupa ordusu kurulması hedeflenmiştir. Ancak günümüzde dahi Avrupa ordusu oluşturulamamıştır. Savunma harcamalarına ayrılan payın az olması ve askeri malzeme eksikliği ordunun kurulamamasının önemli sebepleridir. AB’nin bu tür kararları ile belli bir irade koymuş olduğu görülse de çatışma ve istikrarsızlık durumlarında hangi eylemlerde bulunduğu örnek olaylar üzerinden incelenerek ortak dış ve güvenlik politikasında ne kadar başarılı olduğunu değerlendirilecektir.


 4. Soğuk Savaş Sonrasında Amerikan Dış Politikası

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle çözülen Doğu Bloku, ABD’yi lider güç haline getirmiştir. Tek kutuplu bir düzenin başat aktörü olan ABD, dış politikasında seçilmiş başkanların etkisinin ağırlıkta olduğu bir anlayışı benimsemiştir. Bu bağlamda Soğuk Savaş sonrası göreve gelmiş olan ilk Başkan George H. W. Bush’tur. George H. W. Bush göreve geldikten sonra “Yeni Dünya Düzeni” terimini ilk defa kullanmasıyla yeni bir siyasi politika benimseneceğini belirtmiştir. 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali sırasında ABD’nin bu soruna müdahalede bulunmasında yeni dünya düzeni terimine dayanarak bu müdahale meşrulaştırılmaya çalışılmıştır (Çiftçi, 2009). Bu kavram ile bir bakıma ABD’nin Soğuk Savaş galibi sıfatı olarak belli kazanımlara sahip olduğu düşüncesi yerleşmiştir.

1993 yılında göreve gelen Bill Clinton, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi değerler üzerinden dış politika anlayışını geliştirmiştir. Bush’a göre güç kullanma konusunda daha çekimser kalmasına rağmen, gerekli görüldüğünde güç kullanımının olabileceğini vurgulamıştır. Clinton, Bush’un izlemiş olduğu politikaların ABD’yi yalnızlığa iteceğini vurgulamış, değerler üzerinden dış politika geliştirmiştir. Bu bağlamda kendi tarafında görmüş olduğu Avrupa’nın siyasi birliğe dönüşme reaksiyonunu olumlu karşılamış, güçlü bir Avrupa’nın ABD’nin çıkarına olacağını vurgulamıştır. “Demokratik Barış Teorisi” Clinton döneminde kendine yer bulmuştur. Bu teoriye göre demokratik devletler birbirleri ile savaşmayacaktır. Bu bağlamda Irak, İran, Kuzey Kore gibi otoriter yönetimlere “haydut devletler” ismini vermiştir. Bu ülkelerin demokratik reformlar yapması için ekonomik ve siyasi yaptırımları caydırıcı bir araç olarak kullanmıştır (Hook&Spanier, 2016).

Göreve gelen bir sonraki ABD başkanı ise George W. Bush olmuştur. 11 Eylül olaylarına kadar geçen görev süresi boyunca Clinton dönemine kıyasla ABD dış politikası daha izolasyonist çerçevede kalmıştır. ABD’nin Ortadoğu’daki barış sürecine dahil olmayacağı, Kuzey Kore ile görüşmelerin durdurulması ve Balkanlara asker göndermeme kararları buna örnek olmuştur (Cameron, 2006).

Ancak 11 Eylül olayları sonrasında ABD dış politikası köklü bir değişime uğramıştır. Bush’un teröre karşı savaş temalı müdahaleci tavrı, ABD dış politikasının merkezine yerleşmiştir. Bu doğrultuda ABD, 11 Eylül’ün sorumlusu olarak gösterilen El Kaide ve Taliban terör örgütlerinin merkezi olan Afganistan’a askeri müdahalede bulunmuştur. Bush Afganistan, Irak ve İran’ı merkeze alarak şer üçgeni tanımlamasını yapmış, bu ülkeleri dünyada öteki ilan etmiştir. Uluslararası alanda ABD’nin bu müdahalesi destek görmüş ve Bush terörle mücadele kapsamını genişletmiştir. Ön alıcı savaş ismi verilen bu politika, herhangi bir terör tehdidi oluşması durumunda askeri müdahaleyi doğal karşılamaktadır (Aksoy, 2016). Bu doktrin “Bush Doktrini” olarak adlandırılacak ve ABD’nin askeri müdahalelerinde meşru dayanağı olacaktır. Ocak 2002’de yaptığı “şer ekseni” sınıflandırması ile Irak, İran, Kuzey Kore ve Afganistan’ı hedef alan ABD, bir sonraki müdahalesini Irak’a karşı gerçekleştirmiştir. ABD’nin Irak’ı işgal etme sebebi olarak Irak’ta bulunan nükleer silahlar gösterilmiştir. Ayrıca Irak’ın ele geçirilmesi Ortadoğu’da terörle mücadele açısından önemli bir merkezin kazanımı anlamına gelmekteydi (Hook&Spanier, 2016). Bu operasyon sırasında ABD Afganistan müdahalesinde olduğu gibi ortak bir uluslararası destek görmemiştir. Bunun üstüne Irak’ta kitle imha silahlarının bulunmaması ABD’nin bu müdahaledeki haklılığını şüpheye sokmuştur. Zamanla ABD kamuoyunun da operasyona destek vermemesi ile ABD dış politikasında artık yeni bir sayfa açılması gerekliliği doğmuştur.

Uygulanan dış politikanın zarar getirmesiyle beraber ABD’nin yeni bir başkan altında yönetilmesi ihtimali güçlenmiş ve 2009 yılı itibariyle ABD, Barack Obama dönemine adım atmıştır. Obama döneminde ABD dış politikası ülkenin kaybolan prestijini tekrar kazanma, uluslararası toplumda aktif rol alma ve Dünya’nın ortak sorunlarında uluslararası örgütlerin etkinliğini arttırma çabasını hedeflemiştir. Bu noktada İran Nükleer Krizi’nde izlenen politikalar diplomasi yoluyla ilerlemiş olup, ABD dış politikasının değişim geçirdiğine dair önemli bir iz bırakmıştır. Ayrıca Rusya ile karşılıklı olarak nükleer kapasitenin azaltılmasına yönelik olan START Antlaşması yenilenmiştir (Kavuncu, 2013). Ayrıca ABD’nin Irak ve Afganistan’daki birçok askerini çekmesi girişimi etkili olarak bu dönemde uygulanmış, 180.000 askerden sayı 15.000’e düşmüştür (US National Security, 2010). Genel olarak Obama dönemi ABD dış politikası Bush dönemine kıyasla ters anlayışlara sahip örnekler ile doludur.

Obama dönemi sonrası 2016 yılında yapılan seçimlerle Cumhuriyetçi aday Donald Trump ABD başkanı olmuştur. Trump “Önce Amerika” sloganı ile ABD’nin müttefikleriyle olan ilişkisini tekrardan gözden geçirmiş ve bu doğrultuda Avrupa ülkelerinin NATO’ya daha fazla maddi katkı yapmaları gerektiğini sürekli söylemiştir. Trump bu konuda Avrupa ile daha fazla paylaşımcı bir ABD resmi ortaya koymuştur. Bir diğer sorunlu konu olan İsrail-Filistin probleminde Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımıştır. Bu karar sonrası ABD uluslararası alanda pek çok eleştiriye maruz kalmıştır. Trump yönetimi İran konusunda ise Obama dönemine göre daha katı bir tutum izlemiştir. Yaptırımlar tekrar uygulanmış ve Obama döneminde imzalanan nükleer anlaşma Trump döneminde feshedilmiştir.


 5. Dış ve Güvenlik Politikaları Çerçevesinde AB-ABD Arasında Temel Ayrım Noktaları

 5.1 Bosna Savaşı

Bosna-Hersek etnik kimlik bağlamında Sırp, Boşnak ve Hırvat olmak üzere üç farklı etnik kimlikten oluşmuştur. Yugoslavya’nın dağılmasıyla beraber nüfus olarak Sırpların ve Hırvatların baskın olması Boşnakların varlığı açısından endişe vericiydi. Bosna-Hersek, Yugoslavya’nın dağılması sonrası Aliya İzzetbegoviç liderliğinde Sırp muhalefetine karşı bağımsızlığını ilan etmiştir. AB ise bağımsızlığın tanınması için referandumun ön koşul olduğunu belirtmiş ve ülke içinde sandığa gidilmiştir. 1992’de yapılan referandum sonucunda bağımsızlık lehine oylar çoğunlukta olmuştur. Ancak Sırp lider Slobodon Miloseviç referandum sonucunu tanımamıştır. Daha sonrasında Bosna’nın bağımsızlığını ilan etmesi sonucu savaş başlamıştır. 1992’de başlayan kanlı savaş ancak Ekim 1995’te sona ermiştir. Savaşın tarafları Bosnalı Sırplar ve Bosna Hükümeti arasında gerçekleşmiştir. Sırpların saldırısı sırasında başkent Saraybosna’nın hedef alınması sonrasında Bosna hükümeti BM desteğine başvurmuştur (Rogel, 1998).

BM’nin desteğine rağmen 1992 yılında Boşnaklar soykırıma maruz kalmaktan kurtulamamışlardır. Bu savaş sonucunda Boşnak nüfusun %10’u hayatını kaybetmiştir. Bu soykırım sonrasında demokrat aday Bill Clinton, sorunun çözümü için askeri müdahalenin gerekliliğini vurgulamıştır. Ancak diğer bir görüş ise bu tür davranışların iç soruna müdahale olacağı sonucudur. Sonuç olarak ABD birincil çözüm yolu olarak diplomasiyi seçmiştir (Hook&Spanier, 2016). Eylül 1992’de alınan karar ile BM koruma gücü bölgeye intikal ettirilmiştir. Sorunun çözümü için savaş sırasında farklı formüller gündeme gelmişse de etkili olamamışlardır. 1994 yılı itibariyle Sırp saldırısının şiddetlenmesi ABD ve AB’yi aktif rol almaya zorlamıştır. Bu doğrultuda ABD ve AB, NATO aracılığıyla Sırbistan’a hava harekâtı düzenlemiştir. 1995 yılı itibariyle Sırpların gücünü kaybetmesi diplomasi ile çözümün gerçekleşmesinde önemli etkide bulunmuştur. Diplomatik görüşmeler sonucunda Bosna-Hersek lideri Aliya İzzetbegoviç, Yugoslavya lideri Slobodan Miloseviç ve Hırvat lider Franko Tudjman tarafından Dayton Antlaşması imzalanmış, bu antlaşmaya göre Bosna-Hersek; Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olarak ikiye ayrılmıştır.

Bosna Krizi’nin çözümünde AB üyesi ülkeler ortak dış politika benimsemekte zorlanmış, ABD ile fikir ayrılıkları meydana gelmiştir. İngiltere bağlamında sorunun çözümü ABD eksenli olmalıdır. Ancak ve ancak güçlü bir ABD’nin Avrupa’da barışı sağlayabileceğini savunan İngiltere, AB içindeki diğer üyeler ile karşı konuma düşmüştür. Buna örnek olarak Fransa, AB’nin kendine has bir savunma yapısı olması gerektiğini ileri sürmüştür. Bir diğer aktör olan Almanya ise bu krizde sessiz kalmayı tercih etmiş olsa da NATO harekâtı ile krizde aktif rol almıştır. Genel olarak ABD’nin Bosna politikası ilk olarak diplomatik yol olmuştur. Ancak daha sonra gerilimin tırmanması askeri müdahaleyi gerekli hale getirmiştir. Dönemin başkanı George W. H. Bush ABD’nin Avrupa’nın sorunları ile daha fazla uğraşmayacağını belirtmiş ve sorumluluğu AB’ye yüklemiştir. Ancak AB’nin yapmış olduğu müzakerelerin başarısız olması nedeniyle sorun çözücü aktör BM olmuştur.

 

 5.2 ABD'nin Irak'a Müdahalesi

11 Eylül 2001’de ABD’ye karşı gerçekleştirilen terör saldırısı sonucu dış politika yaklaşımları değişime uğramıştır. Bu doğrultuda Bush yönetimi terörle mücadelede etkin rol almayı vazife olarak kabullenmiş ve tehdit olarak hissettiği herhangi bir güce karşı müdahaleyi meşru hale getirmiştir. ABD kaynaklı bilgilere göre Irak elindeki kitle imha silahlarını arttırmıştır. Bu bilgiyi ABD kendisinin Ortadoğu’daki çıkarlarına örtüşmediğini savunmuş ve Irak’a askeri müdahalede bulunmuştur. Askeri müdahale sonucunda AB ve ABD’nin içinde birçok farklı görüş hâkim olmuştur. AB-ABD arasında oluşan görüş ayrılıkları müdahaleyi desteklemediğini açıklayan ülkeler ile ortaya çıkmıştır. AB içinde İngiltere ve İspanya savaşı desteklerken, Fransa ve Almanya savaşa karşı pozisyonda durmuşlardır (Cebeci, 2011). İngiltere’nin tasvirine göre transatlantik coğrafyanın barışı için ittifak desteklenmeliyken, Fransa çok kutupluluğun daha fazla fayda getireceğini savunmuştur. AB içinde İngiltere’nin safında İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkeler bulunurken, Fransa’nın yanında Almanya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg bulunmuştur. Bu müdahalenin sonucunda AB içindeki görüş ayrılıkları ortak dış politika alanında birliğin ne kadar kırılgan olduğunu ortaya koymuştur.

 

5.3 İsrail-Filistin Sorunu 

İsrail ve Filistin arasındaki sorun her ne kadar tarihi bir geçmişe sahip olsa da bu olayın en kritik dönemeci İsrail Devleti’nin kuruluşudur. İsrail’in kuruluşu ile BM nezdinde yapılan müzakereler sonuçlanamamış ve İsrail ile Arap Devletleri arasında sürekli bir çatışma iklimi doğmuştur. 1967 yılında gerçekleşen Arap-İsrail Savaşı önemli bir değişim noktası olmuştur. İsrail, Batı Şeria ve Gazze’de hakimiyeti kendi altına almıştır. Ancak Kudüs savaş sonunda bölünmüş bir pozisyonda kalmıştır. 1980 Venedik Deklarasyonu ile Avrupa Topluluğu Filistin halkının meşru haklarını tanımıştır. Aynı yıl içerisinde İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi ve İsrail’in Sabra ve Şatilla kamplarına düzenlediği saldırıda Filistinlileri katletmesi sonucunda ateşkes oluşmuştur. 1988 yılı ile Filistin’in bağımsız bir devlet olarak kuruluşunu açıklaması bölgedeki yüksek tansiyonu sürekli hale getirmiştir. Ancak 1993 yılında Oslo’da gerçekleşen toplantı ile Filistin ve İsrail, Batı Şeria ve Gazze’de bulunan Filistin halkının kendi kendini yönetebileceğini dair anlaşmaya varmışlardır.

Bu sorunda AB ve ABD sorunun çözülmesi için rol alan iki farklı aktördür. Ancak çatışmanın çözümünde benimsenen yöntemin farklı olması sebebiyle görüş ayrılıkları hâkim olmuştur. ABD İsrail destekçisi bir politika izlemiş, AB ise Filistin yanlısı davranmıştır. AB, İsrail’in tavizde bulunmasını beklemiştir. İki aktör arasındaki bir diğer anlaşmazlık ise İsrail ve Filistin’e gönderilen yardımlardır. ABD’nin İsrail Devleti’nin yerleşimi için kullanacağı ihtiyaçları göndermesi sırasında AB bu yardımları meşru bulmamış ve bu davranışı eleştirmiştir. AB tarafından Filistin’e yönelik altyapı ihtiyaçlarının sağlanmasına yönelik yardımlar ise İsrail tarafından tahrip edilmiştir. 2008 yılında İsrail’in Gazze’ye saldırısında ise AB, bu davranışı sert bir şekilde eleştirmiş ancak ABD bu konuda rol almak istememiştir. 2009 yılında Obama’nın göreve gelmesiyle İsrail-Filistin sorunu diplomatik yollarla çözülmeye çalışılmış ancak başarıya ulaşılamamıştır (Özcan, 2018). Daha sonraki ABD başkanı Trump döneminde ise ABD’nin katı tutumu şiddetini daha fazla arttırmıştır. Trump yönetimi Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımıştır. AB cephesinde bu davranış eleştirilmiş, çözümün ancak iki ülkenin de ortak başkenti olması ile sağlanacağı vurgulanmıştır.

 

 5.4 İran Nükleer Krizi

1979’da İran İslam Devrimi ile ABD ve İran ilişkileri farklı bir boyuta taşınmıştır. İran’ın ABD’yi terörist devlet olarak görmesi ve ABD’nin İran’ı dünya barışı için tehdit olarak algılaması iki ülke arasındaki ilişkileri tamamen negatif hale getirmiştir. Bu bağlamda ABD’nin gerçekleştirmiş olduğu sert ambargo on iki yılın ardından AB tarafından terk edilmiştir. İran’ın Avrupa ülkeleri ile gerçekleştirebileceği ticaret potansiyeli bu kararda etkili olmuştur. İran’ın nükleer üretimi meselesinde ise AB ülkeleri diplomasi yolu ile bu krizin çözülebileceği düşüncesini savunmuşlardır. Ancak ABD bu konuda sert bir yaklaşım izlemiş ve George W. Bush döneminde İran’ın nükleer üretimini durdurmaması halinde askeri müdahalenin gerçekleşeceği söylenmiştir (Hook&Spanier, 2016). AB’nin sorun başlangıcında izlemiş olduğu politika zamanla değişime uğramıştır. Irak konusunda ABD ile karşı pozisyonda yer alan AB ülkeleri, ABD’ye bu konuda kısmen taviz vermişlerdir. ABD’nin yaptırım kararlarına uyan AB, Obama dönemiyle yaptırım yerine müzakere girişimleri sonucunda yaptırım kararından vazgeçmiştir. Gerçekleşen müzakereler sonucunda 2013 yılında ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin, AB ve İran nükleer programa yönelik anlaşmaya imza atmışlardır. Obama döneminde her ne kadar orta yollu bir çözüm bulunmuşsa da anlaşmanın uygulanma süresi çok uzun olmamıştır. Göreve gelen Trump yönetimi anlaşmadan çekildiğini açıklamıştır. Bu konuda AB’nin desteğini isteyen Trump, beklediği reaksiyonu görememiş ve yalnız kalmıştır. Bunun sonucunda ABD İran’a karşı yaptırımları tekrar uygulamaya koymuştur. Ancak AB ülkeleri İran ile var olan anlaşmaya bağlı kalmaya devam etmişlerdir.

 

 5.5 Ukrayna Krizi

Kasım 2013’te Ukrayna’nın Rusya tarafında kalarak AB ile ortaklık anlaşması imzalamaması ile Kiev’de gösteriler başlamıştır. Güvenlik güçlerinin kullandığı gücün orantısızlığı sebebiyle gösteriler daha büyük protestolara dönüşmüş ve ülke içinde kargaşa hâkim olmuştur. Anlaşmazlığın çıktığı ana sebep ortaklık anlaşması konusu iken, protestolar sebebiyle insan hakları konusu ve hükümetin yolsuzluk problemi gerilimin artmasına neden olmuştur. Olayların Ukrayna’nın farklı bölgelerine ulaşması ve Kırım’da çatışma şiddetinin artması nedeniyle Rusya parlamentosundan Kırım’a müdahale için onay çıkmıştır. Özerk bir yapıya sahip olan Kırım, bu kriz sonucunda Rusya’ya bağlanmış ve uluslararası bir kriz olarak gündeme yerleşmiştir.

Kırım’ın ilhakı sonucunda ABD tarafından kınama mesajı yayınlanmıştır. Bunun üstüne Obama, Rusya’nın Kırım’dan çekilmemesi durumunda gelebilecek her türlü olumsuzluğun imkân dahilinde olduğunu belirtmiştir. Bu konuda AB ülkeleri bir kısmı ABD’nin Rusya politikasını desteklerken, diğer kısmı ise karşı çıkmıştır (Bingöl, 2014). AB’nin coğrafi olarak Rusya’ya yakınlığı ve doğalgaz yönünde var olan bağımlılığı AB’nin Rusya’ya yönelik aktif bir politikada bulunmasını engellemiştir. Bu konuda benzer deneyimlere sahip olan Polonya ve Litvanya Rusya’ya karşı yaptırımı desteklemiş, ancak Fransa ve Almanya gibi ticari açıdan ortaklığı yüksek seviyede olan ülkeler diplomatik çözüm yollarını önermiştir.


Sonuç           

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle AKÇT’den başlayan entegrasyon süreci Avrupa’nın toparlanması için başlangıç noktası olmuştur. Bu doğrultuda Avrupa ülkelerinin ekonomik ve siyasi entegrasyon yoluyla İkinci Dünya Savaşı’nda aldığı yaraları sarması bölgenin siyasi açıdan elinin güçlenmesi ile sonuçlanmıştır. Ortak çıkar ve işbirliği çerçevesinde ilerleyen ABD-AB ilişkileri, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yeni bir kategoriye evrilmiştir. AB’nin kendi içinde ortak siyasi birlik ve ortak savunma politikaları gibi bütünleşmenin güçlenmesine katkı sağlayacak hedefleri olsa da ulus devlet yapısının halâ güçlü olması nedeniyle bu hedefler tam anlamıyla başarılı olamamıştır. Bir diğer aktör olan ABD ise, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle uluslararası sorunlarda lider konumda olmasından hareketle daha sert yöntemler izlemiştir. AB ise bu konuda yumuşak güç olarak varlığını sürdürmüştür.  Özellikle 11 Eylül’ün yaşanmasının ardında ABD için yeni bir düzen hâkim olmuştur. Bu doğrultuda Bush döneminde var olan agresif politikalar bir anlamda ABD’nin uluslararası alanda saygınlığına gölge düşürmüştür. Obama dönemi ile saygınlık düzeltilmeye çalışılmış, ancak Trump dönemi ile birlikte bazı konularda ABD Bush dönemini andırmıştır.

AB kendi içinde tamamen ortak bir tavır takınamadığı birçok konu sebebiyle güçlü ve sert bir etkiye sahip olamamıştır. Diplomatik etkisi nedeniyle yumuşak bir güç olarak kalan AB, daha sert reaksiyon gösterememiştir. Bu sebeple AB’nin ortak dış politika konusunda net bir başarısının bulunmadığı söylenebilir. Soğuk Savaş sonrasında genel olarak AB-ABD ilişkileri, dönemin ABD başkanlarının yaklaşımları ve AB üyelerinde bıraktıkları etki neticesinde şekillenmiştir. Bu doğrultuda ABD ve AB, her ne kadar stratejik bakımdan ortak olsalar da örnek olaylardan da görülebileceği gibi Soğuk Savaş sonrasında birer rakip haline gelmişlerdir.

AB-ABD ilişkilerinin geleceği hakkında yapılacak değerlendirme ise Biden döneminde gerçekleşecek dış politika yaklaşımıyla orantılı olacaktır. Siyasi yelpazede aynı kanattan gelmesi ve görev süresi sırasında yardımcılığını yapması nedeniyle Biden yönetimi Obama yönetimiyle benzer yaklaşımlara sahip olabilir. Bu sebeple AB-ABD arasında ilişkiler karşılıklı danışma yolu ve ortak hareket etme prensibi ile güçlenebilir.

Emrecan Durmaz

Avrupa Çalışmaları Stajyeri

KAYNAKÇA


AB'nin "Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası" Oluşturma Çabaları. (2007). Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1-31.

Akçay, E. Y. (2017). Barack Obama Dönemi Avrupa Birliği-ABD İlişkileri. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, 714-731.

Aksoy, M. (2016). Önleyici Meşru Müdafaa Hakkı Bağlamında Bush Doktrini ve ABD'nin Irak İşgali.

Arıcan, M. İ. (2003). Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Ekseninde AB-ABD İlişkileri. İzmir.

Bingöl, O. (2014). Ukrayna Krizinin Ulusal, Bölgesel-Küresel Bağlamı ve Gelecek Öngörüleri. Karadeniz Araştırmaları Dergisi, 15-38.

Blockmans, S. (tarih yok). EU-US Relations: Reinventing the Transatlantic Agenda. Leibniz Information Centre for Economics, 5-7.

Cameron, F. (2006). US Foreign Policy After the Cold War: Global Hegemon or Reluctant Sheriff. New York: Routledge.

Cebeci, M. (2011). The Middle East and Iraq in EU and US Foreign Policy Implications for Transatlantic Relations. United Kingdom: Lexington Books Publishing.

Chakhava, K. (tarih yok). Transatlantic Relations: The United States of America, Europe and NATO. Journal of Social Sciences, 35-42.

Cronin, A. K. (1990). Changing American Views of European Security. New York.

Çiftçi, K. (2009). Soğuk Savaş Sonrasında ABD: Rızaya Dayalı Hegemonyadan İmpatorluk Düzenine. 203-219.

Dedeoğlu, B. (2005). Avrupa Birliği Bütünleşme Süreci I: Tarihsel Birikimler, Dünden Bugüne Avrupa Birliği. İstanbul: Boyut Yayınları.

Efe, H. (2008). Avrupa Birliği'nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası. Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 66-78.

Eliassen, K. A. (1998). The New European Foreign and Security Policy Agenda. London: Sage Publications.

Erol Kalkan, E. K. (2019). Avrupa Birliği Ortak Güvenlik ve Savunma Politikasında Yumuşak Güç Krizi: Ukrayna Örneği. Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 193-206.

Filiz, Ö. (2013). Ukrayna Krizinde NATO'nun Rolü. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 31-35.

J.Bodenheimer, S. (1967). Political Union: A Microcosm of European Politics.

Kavuncu, S. (2013). Nükleer Silahsızlanma Yolunda START Süreci. Bilge Strateji Dergisi, 119-148.

Kissinger, H. (2001). Amerika'nın Dış Politikaya İhtiyacı Var Mı? Ankara: ODTÜ Yayıncılık.

Kocamaz, S. Ü. (2020). Donald Trump Döneminde Avrupa Birliği-ABD İlişkileri: Liberal Dünya Düzeni, Krizler ve Ayrışan Politikalar. Marmara Avrupa Araştırmaları Dergisi, 221-252.

Marianne Riddervold, A. N. (2018). Transatlantic Relations in Times of Uncertainty: Crises and EU-US Relations. Journal of European Integration, 505-521.

Nazmi Üste, S. S. (2012). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD ve AB Dış Politikaları'nda Ortaya Çıkan Temel Farklılıklar. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 81-114.

Özcan, S. (2018). Dış İlişkiler ve Güvenlik Çerçevesinde Soğuk Savaş Sonrası Dönemde AB-ABD İlişkileri. İzmir.

Roger, C. (1998). The Breakup of Yugoslavia and the War in Bosnia. Greenwood Publishing Group.

Steven W. Hook, J. S. (2020). Amerikan Dış Politikası, İkinci Dünya Savaşı'ndan Günümüze. İstanbul: İnkılap Yayınları.

Yusuf Avar, Y. C. (2017). Views on the Imperative of EU-US Relations. Budapest International Research and Critics Institute-Journal, 321-329.

 


O-Staj Ekibi
  • PAYLAŞ

YORUMLAR