GÜVENLİKLEŞTİRME TEORİSİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE’NİN 2010 SONRASI DIŞ POLİTİKA ANALİZİ

GÜVENLİKLEŞTİRME TEORİSİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE’NİN 2010 SONRASI DIŞ POLİTİKA ANALİZİ

  • Araştırma Yazıları
  • 08 Mayıs 2021 Cumartesi
  • 0
  • Okunma : 9829

Devlet ve egemenlik kapsamında uluslararası ilişkileri belirleyen temel unsurların başında güvenlik gelmektedir. Güvenlik kavramı, tarihsel süreç içerisinde farklı dönemlerde farklı koşullarda ortaya çıkan tehdit ve risklere göre ve uluslararası teoriler kapsamında şekillenmiştir. Güvenlikleştirme teorisi ise söylem yoluyla tehditlerin inşa edildiği ve tehditlere karşı alınan olağandışı önlemlerin meşrulaştırıldığı bir uygulamaya işaret eder. Tüm devletler, egemenliklerini korumak için iç ve dış politikalar uygulayarak kendi ülkelerinin güvenliklerini sağlar. Bu çalışma ise Türkiye’nin 2010 sonrası dış politikasının incelenmesinde, Kopenhag Okulunu yani Güvenlikleştirme Teorisi açısından değerlendirilmesini amaçlamaktadır.


GÜVENLİKLEŞTİRME TEORİSİ BAĞLAMINDA TÜRKİYE’NİN 2010 SONRASI DIŞ POLİTİKA ANALİZİ


SUDE SÜLEYMAN

 

 

ÖZET

Devlet ve egemenlik kapsamında uluslararası ilişkileri belirleyen temel unsurların başında güvenlik gelmektedir. Güvenlik kavramı, tarihsel süreç içerisinde farklı dönemlerde farklı koşullarda ortaya çıkan tehdit ve risklere göre ve uluslararası teoriler kapsamında şekillenmiştir. Güvenlikleştirme teorisi ise söylem yoluyla tehditlerin inşa edildiği ve tehditlere karşı alınan olağandışı önlemlerin meşrulaştırıldığı bir uygulamaya işaret eder. Tüm devletler, egemenliklerini korumak için iç ve dış politikalar uygulayarak kendi ülkelerinin güvenliklerini sağlar. Bu çalışma ise Türkiye’nin 2010 sonrası dış politikasının incelenmesinde, Kopenhag Okulunu yani Güvenlikleştirme Teorisi açısından değerlendirilmesini amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Güvenlik, Güvenlikleştirme Teorisi, Türkiye, Dış Politika


ABSTRACT

Security is one of the main elements that determine international relations within the scope of state and sovereignty. The concept of security has been shaped according to the threats and risks that emerged under different conditions in different periods in the historical process and within the scope of international theories. The securitization theory, on the other hand, points to an application in which threats are made through discourse and extraordinary measures taken against those threats are legitimized. All states ensure the security of their countries by applying domestic and foreign policies to protect their sovereignty. In this study, it is aimed to examine Turkey's foreign policy after 2010 in terms of the Copenhagen School Securitization Theory.

Keywords: Security, Securitization Theory, Turkey, Foreign Policy

 

GİRİŞ

Güvenlik ‘temel değerlere karşı tehdidin yokluğu’ olarak tanımlanır. 1983 yılında Barry Buzan’ın yazdığı ‘people, states and fear’ kitabı Kopenhag Okulu’nun oluşumunda büyük rol üstlenmiştir. Kopenhag Okulu’nun temel odak noktası; güvenlikleştirme veya güvenlik-dışılaştırma teorisi, sektörel güvenlik yaklaşımı, bölgesel güvenlik konseptidir. Dahası, meseleler söz-edimler yoluyla güvenlik problemi olarak sunulabilmektedir ve buna ‘güvenlikleştirme’ denmektedir. Güvenlikleştirme kavramı ilk kez 1995 yılında Ole Waever tarafından ortaya konulmuş daha sonrasında Kopenhag okulu çalışanlarının yazılarına temel oluşturan bir teori haline gelmiştir. Kopenhag Okulu, sektörel güvenlik ve bölgesel güvenlik kompleksi teorisi gibi diğer yaklaşımlarını da güvenlikleştirme teorisi üzerine temellendirmiştir. Güvenlikleştirme teorisi, son zamanlarda, ülkemizde uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi araştırmalarında sıklıkla kullanılan bir teori haline gelmiştir. Özellikle Soğuk Savaş sonrası gerçekleşen askeri müdahalelerin analiz edilmesi konusunda oldukça açıklayıcı bir teori olarak karşımıza çıkmaktadır. Soğuk savaşın bitmesiyle, bütün dünyadaki statükoyla birlikte Türk dış politikasının içinde cereyan ettiği koşullar da çok radikal biçimde değişmiştir. Soğuk savaş sırasında bu politika Sovyet blokuna karşı Batı’yla iş birliği yapmak gibi bir ana temaya dayanıyordu. Bu tema içinde Türkiye’nin sorunları iki kutuplu dengenin belirgin çizgileriyle tanımlanmış bulunuyordu. Bu nedenle Türk dış politikasının manevra alanı dar, yeni olanaklar yaratma yetisi sınırlı, ama istikrarı sağlamdı. Gerek tarihsel sürekliliği gerekse jeopolitik konumu aynen devam ettiği için temel ilkelerinden vazgeçmeden, yeni statükoda yerini aramaktaydı. Bundan dolayı Türkiye’de son 10 yılda köklü birtakım değişimler yapılmaktadır. Ağırlıklı olarak ‘komşularla sıfır sorun’ söylemi temelinde ve yumuşak güç unsurlarının ağırlıklı bir biçimde kullanımını öne çıkartarak yakın çevresinde etkinlik kurmaya çalışan Türkiye’nin, artan istikrarsızlık ve anlaşmazlıkların ağır etkisi altında, daha fazla sert güç unsurlarını öne çıkartan yeni bir yaklaşımı benimsediği görülmektedir. Geleneksel Türk dış politikasının ana söylemi olarak ‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ ilkesi kabul görülür. Ancak bu adlandırmaya rağmen yaşananlara ve uygulamalara bakıldığında Türkiye’nin 2015’ten bugüne her geçen gün artan bir biçimde sert güç unsurlarına daha fazla başvurduğu görülmektedir.


GÜVENLİKLEŞTİRME TEORİSİ

Güvenlikleştirme, güvenlik tehditlerinin söylem yoluyla nasıl inşa edildiklerini anlamaya çalışan eleştirel güvenlik çalışmaları yaklaşımının literatüre kazandırdığı kavramlardandır. Güvenlikleştirme pratiği, bir meselenin politika yapıcılar tarafından, güvenlik gündemine eklemlenmesi ve bu söylem doğrultusunda şekillenen olağan dışı siyasi işleyişlerin meşrulaştırılması olarak tanımlanabilir. Buna göre, ulusal güvenliğe ilişkin kaygılar, siyasi öncelikleri belirleyerek, devletin rutin siyasi düzenini ve işleyişini bozan politikaların geliştirilmesine yol açar. Bir meseleyi güvenlik gündemi içinde tartışmak, sorunun çözümüne yönelik acil ve olağanüstü yöntemlerin benimsenmesini meşrulaştıracaktır. Buradan yola çıkarak, güvenlikleştirme, söylem yoluyla tehditlerin inşa edildiği ve tehditlere karşı alınan olağandışı önlemlerin meşrulaştırıldığı bir uygulamaya işaret eder. ‘Bir devlet temsilcisi, güvenlik kavramını telaffuz ederek belli bir gelişmeyi özel bir alana sokar ve bu gelişmeyi engellemek için gerekli tüm araçları kullanma hakkını talep eder.’

Güvenlikleştirme, 1998 yılında Kopenhag Okulu yazarlarınca, bir konunun belirlenmiş kurallarının dışına çıkarılması ve özel politik bir durum ya da politika üstü bir durum olarak çerçevelenmesi olarak açıklanmıştır. Buna göre, her konu, politize edilmemiş (devletin ilgi alanına girmeyen ve umumi bir tartışma ve karar alma gerektirmeyen), politize edilmiş (kamusal politikanın parçası olan hükümet tarafından karar alma ve kaynak ayırma gerektiren) ve güvenlikleştirilmiş (konunun hâlihazırda bir tehdit olarak sunulması, acil tedbirler gerektirmesi ve normal politik tedbirler dışındaki olağanüstü tedbirleri meşru kılan) şeklinde sınıflandırılabilir. Kopenhag Okulu yazarlarına göre, bir güvenlikleştirme eyleminde üç temel öğe bulunmaktadır. Bunlar referans nesnesi (hâlihazırda tehdit edilen ve hayatta kalması gereken öğe), güvenlikleştirici aktör (bir konuyu referans nesnesini tehdit ettiği için güvenlik sorunu olarak ilan sunan öğe) ve işlevsel aktörlerdir (ilgili sektörün dinamiklerini etkileyen öğeler). Bunlar mikro, makro ve orta düzeylerdir. Mikro düzeydeki referans nesneleri bireyler veya küçük gruplardır. Bu düzeydeki referans nesneleri nadiren güvenlikleştirilebilecek meşruiyet sahibi olabilmektir. Makro düzeyde tüm insanlık ya da dünya barışı gibi konular referans nesnesi olabileceklerdir. Bu düzeyde küresel ısınma ya da nükleer yok olma gibi konularda örnektir. İki düzeyde de başarılı güvenlikleştirme yapmak zordur. Çünkü onlara göre başarılı güvenlikleştirme eylemleri orta düzeyde olmaktadır. Devlet, medeniyet, millet gibi limitli topluluklar bu seviyede yer almaktadır. Orta düzey en verimli (kolayca güvenlikleştirilebilen) referans nesnelerinin bulunduğu düzey olmakla birlikte, son zamanlarda da mikro ve makro düzeyde de başarılı girişimler bulunmaktadır.

Referans nesnesini bir örnekle açıklamak gerekirse, 2003 Irak Savaşı’nda Bush Hükümeti tarafından yapılan güvenlikleştirme kullanılabilir. Bu güvenlikleştirmede, Bush yönetimi, Saddam yönetimini güvenlikleştirmek için her üç düzeyde referans nesneleri ilan etmiştir. Saddam yönetiminin makro düzeyde (özellikle iddia edilen nükleer silahlar vasıtasıyla) ‘dünya barışına’ bir tehdit olduğunu; mikro düzeyde hem Irak’ta yaşayan insanlara (insan hakları ihlalleri) hem de Amerika ve diğer batılı toplumlarda yaşayan insanlara bir tehdit olduğunu, orta düzeyde ise Amerika Birleşik Devletleri’ne ve Batı medeniyetine bir tehdit olduğunu öne sürmüştür. Bundan kaynaklı, güvenlikleştirme teorisinin dünya siyasetindeki güvenlik meselelerini açıklama kabiliyeti gittikçe önem kazanmaktadır ve yakın gelecekte birçok farklı örnek vakayı incelemek için bu teoriye başvurulmaya devam edileceği öngörülmektedir.


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 10 YILDA Kİ GENEL DURUMU

Politika siyaset ile eş anlamlı olan bir kelimedir. Herhangi bir amaca ulaşmak için kullanılan yöntem, devlet işlerini düzenleyip yürütmek için izlenen yol gibi anlamlara gelmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemin dış politika yapım süreçlerini birtakım iç ve dış faktörler belirlemektedir. Dış faktörlerin başında Soğuk Savaş’ın geride bıraktığı yıkımın ardından uluslararası sisteme hâkim olan ve yeni dünya düzeni adı altında dayatılan liberal değerler üzerinden inşa edilen siyasi ve ekonomik söylemin temel küresel ve bölgesel sorunlara çözüm üretememesi gelmektedir.

Türk dış politikasının öncelikli hedefi Batı dünyasının bir parçası olmaktır. Türkiye’nin tehdit algısında öncelikli başlık olarak görülen ve son dönemde Suriye ve Irak’ta yaşanan gelişmeler neticesinde sınır aşan bir hal alan terör ile mücadele, Türkiye’nin dış politikasına etki eden en önemli unsur olarak konumunu korumaktadır. Bu mücadelede Batılı müttefiklerince anlaşılmadığını, hayati çıkarlarına gerekli anlayışın gösterilmediğini düşünen Ankara’nın operasyonel sebeplerin etkisinde Rusya ve bir dereceye kadar İran ile yakınlaştığı söylenebilir. İki aktörün yakın çevrelerinde sürekli bir rekabet içerisinde bulundukları ve bölgesel sorunların çözümünde benzer bir yaklaşımı paylaşmadıkları gerçeği akıllara getirildiğinde Rusya ile iş birliğinin kalıcı ve dönüştürücü bir yapısının olmadığı iddia edilebilir. Nitekim son dönemde İdlib ve Fırat’ın doğusundaki PKK/YPG varlığı konusunda yaşanan gerginlik 2020 yılbaşından itibaren Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz odaklı rekabete dönüştü. Bu rekabete, listeye Dağlık Karabağ’da yaşananlar bağlamında bir de Kafkasya’nın eklendiği söylenebilir. İkili ilişkilerin çatışan konularının her ne kadar iki lider, Erdoğan ve Putin arasındaki zirve diplomasisi ile büyük krize dönüşmesi engellense de iki ülke arasındaki rekabetin krize dönüşme ihtimali hep var olacaktır. Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşan ilişkileri başta ABD olmak üzere Türkiye’nin Batılı müttefiklerince eleştiri konusu yapılmaktadır. Zaman zaman eksen kayması ya da Türkiye’nin yüzünü Avrasya’ya dönmesi olarak da görülen değişimin Türkiye odaklı tartışmaları yarattığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda geleneksel müttefik olarak görülen ABD ile 2010’lu yılların ortalarından bugüne Fırat’ın doğusu, S-400’ler ve F-35’ler çerçevesinde yaşanan gerilimler, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Trump arasında yürütülen diyaloga rağmen zorlu bir süreci doğurmuştur. Nitekim Türk kamuoyunda ABD uzunca bir süredir Irak ve Suriye özelinde teröre destek veren ‘güvenilmez ülke’ olarak görülmektedir.

Dış politika süreçlerinde sorun olarak görülen ana başlıklardan bir diğeri de kaybolan AB eksenidir. Türk kamuoyu AB üyeliği konusuna hala nerdeyse yarı yarıya olumlu yaklaşmakla birlikte Avrupa üyesi ülkelerle yaşanan gerginliklerin Türk Dış Politikası açısından AB’yi denklemin dışına itekleyerek ötekileştirdiği görülmektedir. Türk dış politikası açısından AB ve AB’ye ilişkin konular, din ve kimlik temelli farklılaşmanın ana neden olduğu algısının hâkimiyetindedir. Bu konular arasında ilk akla gelenler artık bir klasik konu başlığı halini alan Kıbrıs Meselesi ve buna bağlı olarak son dönemde gelişen Doğu Akdeniz rekabetidir. Bu konu son dönemde başta Libya’da yaşananlarla birleşerek Türkiye’yi başta Fransa olmak üzere Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile karşı karşıya getirmiş vaziyettedir. AB’nin de üye ülkesi olan Fransa, GKRY, Yunanistan ile dayanışması ve birlikte hareket etmeye başlamasıyla konu daha da karmaşıklaşmaya başlamıştır. Son dönemde Türkiye’nin kıta sahanlığında sondaj faaliyetlerinin artmasının yanı sıra Libya ile imzalanan deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasını öngören mutabakat Türkiye’nin dış politika gündeminin neredeyse tamamen güvenlik odaklı olarak dönüşmesine neden oldu. Libya ile imzalanan protokoller çerçevesinde Türkiye’nin tezlerine uygun olarak, Doğu Akdeniz’deki Yunan adalarına sınırlı deniz yetki alanları tanınırken, bölgede çok sayıda adası olan Yunanistan’ın yetki iddialarının karşısında durulmuş oldu.

Yukarıda değinilen dış faktörlere eklemlenmesi gereken bir diğer ana unsur ise içeride gerçekleşen dönüşüm ve değişimlerdir. Yeni anayasa değişiklikleriyle gündeme gelen ve Türk idari sisteminde kökten değişikliklere neden olan Cumhurbaşkanlığı hükümeti sistemi, Türk dış politika yapım süreçlerinde de değişikliklere yol açtı. Karar alma süreçleri doğrudan doğruya ve tamamen Cumhurbaşkanının ve onun yetkisi altında yeni oluşturulan idari yapılanmanın kontrolü altına girdi. Gündelik ve rekabetin hâkim olduğu siyaset alanının dışında ve üzerinde görülen, farklı siyasi gruplarca idealize edilen dış politika konularının iç politika gündemini belirlemeye başladığı ve geleneksel kurumların zaman zaman süreçlerin dışında kaldığı bir dönem karşımıza çıkmakta. Bu dönüşüm sürecinin yarattığı etkilerin de son dönemde şekillenen dış politika yapım süreçleri üzerinde belirleyici etkisi olduğu kuşkusuzdur.

 

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİKLEŞTİRME TEORİSİ İLE ÖRTÜŞEN ADIMLARI

Son birkaç yıldır Türkiye, gerek iç gerek dış politika konularında, önceki dönemlerden birçok açıdan farklılıklar arz eden politika değişiklikleri ya da moda tabiriyle ‘açılım’ sürecinden geçmektedir. Böylece önceleri sorgulanamadan kabul edilen bazı güvenlik meselelerinin gerçekten bir tehdit unsuru taşıyıp taşımadıkları konusu, siyasi tartışmaların gündemine sokulabilmiş ve güvenlik politikalarının belirlenmesi süreci, bu alandaki tartışmalarda sivil iktidarın ve muhalefetin görünürlüğünün artmasıyla birlikte eskiye nazaran daha demokratik bir niteliğe bürünmüştür. Sürecin bu yönde bir değişiklik göstermesi, eskiden güvenlik meselesi olarak addedilen sorunların siyasi araçlar kullanılsa bile otomatik olarak çözülmelerini beraberinde getirmemekle birlikte, en azından çözüm için siyasi iradeye bağlı olarak adımlar atılabileceği gerçeğini göstermiştir. Türkiye’nin tarihinden kalan ve “komşu ülkelere ilişkin acı hatıralar, ülkeye ve üzerindeki halka ilişkin yanlış imajlar, yabancı ülkelerin geçmişteki kötülüklerinin unutulmaması” gibi unsurlar oluşturulan politikayı oldukça derinden etkilemiştir. Bu tarihsel arka plan, sürekli bir huzursuzluk duygusu ve böylece ülke içinde bir “güvenlik sendromu” yaratmıştır. ‘Dış dünyanın ve içerdeki işbirlikçilerinin Türkiye’yi zayıflatmaya ve bölmeye çalıştıklarına’ yönelik olan inanç, Türkiye’nin 1923’ten itibaren oluşturulan ulusal güvenlik politikalarına hâkim olmuştur. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitiş sürecinde ve hemen sonrasında yaşanan Sovyetler Birliği’nin dağılması ve buna bağlı olarak yeni devletlerin ortaya çıkması, Yugoslavya’nın çökmesi, Bosna’da yaşanan savaş, Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ardından yaşanan Körfez Savaşı, Orta Doğu’da barış sürecinin çökmesi gibi bazı olaylar, hep Türkiye’nin yakın çevresinde gerçekleşmiştir. Bu anlamda 1990’lar, Türkiye’nin coğrafi konumunun dış politika ve güvenlik politikası seçeneklerini belirlediği yönündeki ön kabulü doğrulamıştır.Arap Baharı sonrası dönemde Suriye’de yaşanan çatışmalar ve meydana gelen krizin neden olduğu göç ve terörizm dalgası, uluslararası alanda olduğu kadar Avrupa Birliği’nin (AB) ve Türkiye’nin de gündeminde yer edinmeye başlamıştır. Suriye, Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin kuşku ile yaklaştığı ve ‘sorunlu ülke’ olarak anılan bir bölgedir. Suriye’nin, Soğuk Savaş dönemin de Batı’nın en büyük düşmanı olan Sovyetler Birliği ile, Soğuk Savaş sonrası dönemde de Rusya ile birlikte hareket etmesi bu güvensizliğe temel oluşturmaktadır. Bu bağlamda hem ABD hem de AB üyesi olan İngiltere, Almanya, İtalya ve Fransa gibi ülkelerin Suriye politikaları olası ‘tehditler’ üzerine inşa edilmiştir. Özellikle Hafız Esed döneminde Suriye’nin Rusya ile geliştirdiği yakın ilişkiler ve Rusya’dan alınan ağır silahlar bu güvenlikçi yaklaşımın zeminini oluşturmuştur. 2000 yılında Hafız Esed’in ölmesinden sonra yerine oğlu Beşşar Esed geçerek, Rusya ile yakın ilişkilerini sürdürmeye devam etmiştir. Babasına göre uluslararası sisteme daha açık bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Ancak 2001 yılında yaşanan 11 Eylül saldırıları hem Suriye hem de bölge için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. ABD ise bu saldırıdan sonra ‘terörizme savaş açtığını’ ilan etmiştir. Avrupa Birliği (AB) bu süreçte yakın müttefiki olan ABD’nin terörizmle mücadelesine açık destek vermiştir. ABD’nin bu dönemdeki politikası güvenlik merkezli bir politikayken, AB normatif değerleri öne çıkaran bir mücadele yöntemini benimsemiştir. Bu dönemde ABD tarafından uluslararası sistemden dışlanmaya çalışılan Suriye konusunda da AB’nin politikası farklılaşmıştır; AB, Suriye’yi ‘dışlamak’ ve ‘öteki’ olarak görmek yerine, uluslararası sistemin içine çekilerek ‘normalleştirilebilir’ bir aktör olarak görmüştür. Nitekim ABD’nin Suriye’yi terörizme destek vermekle suçladığı ve terörizm ile özdeşleştirdiği bu dönemde AB, daha fazla iş birliği yapmaktan yana olan bir politik tavır benimsemiştir. Ancak 2005 yılında Lübnan Başbakanı Hariri’nin bir suikast sonucu öldürülmesiyle ve uluslararası toplumda hakim olan ‘Suikastın arkasında Suriye var’ görüşü, AB’nin Suriye politikasını da etkilemiştir. AB ve ABD bu suikastın aydınlatılmasını istemiş ve bu dönemde Suriye rejimine yönelik bazı yaptırımlar uygulamıştır. 2008 sonrası dönemde ise Suriye’nin uluslararası sisteme dahil edilme ve ‘öteki’ konumundan çıkarılma sürecine gidilmiştir. Türkiye’nin ise komşularla iş birliğini geliştirme, sıfır sorun politikası ve ticari ilişkileri güçlendirme sürecinde Suriye’nin önemli bir yeri olmuştur. Türkiye, Suriye’yi Ortadoğu ve Arap coğrafyasına açılan kapısı olarak görürken, Esed rejimi de Türkiye’yi Batı ile kurulacak yeni ilişkiler için bir arabulucu olarak görmektedir. Bu durum çıkar ilişkilerini etkilediği için iki ülke yakınlaşmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu dönemde uygulamaya koyduğu arabuluculuk rolü, sıfır sorun ilkesi ve yüksek düzeyli iş birliği gibi araçlar, Türkiye’ye komşuları ile ikili ilişkileri geliştirme imkânı sağlıyordu. Türkiye bu dönemde Suriye-İsrail görüşmelerinde de arabuluculuk rolü üstlenerek Suriye ile ilişkilerinde ciddi bir ilerleme kaydetmiştir. Türkiye’nin o günlerdeki temel hedefi bir yandan Suriye’nin de aralarında bulunduğu Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmek bir yandan da AB üyeliği için gerekli süreci işletmek ve çok taraflı bir dış politikayı uygulamaya sokmaktır. Esed rejimi Türkiye ile geliştirdiği ilişkiler ve ülke içerisinde yaptığı sınırlı reformlarla Batılı ülkeler nezdindeki algısını da değiştirme imkânı yakalamıştır. Özellikle Bush sonrası dönemde göreve gelen yeni ABD Başkanı Barack Obama’nın müdahaleci politikalardan vazgeçeceği ve Ortadoğu politikasını değiştireceği yönündeki mesajları da Suriye’ye Batı ile ilişkiler için yeni bir alan açmıştır. Bunu başlangıçta iyi kullanan Suriye yönetimi de Batılı ülkeler nezdindeki ‘tehdit’, ‘öteki’ gibi algılardan kurtulma fırsatını yakalamıştır. Ancak Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve sonraki süreçte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da domino etkisi yapan Arap Baharı süreci, Suriye için de yeni bir dönemi başlatmıştır. Mart 2011’de Suriye’de başlayan barışçıl protestoların büyük bir iç savaşa dönüşmesiyle Suriye merkezli gelişmelerin güvenlikleştirilmesine neden olmuştur. Bu süreçte Türkiye’nin Suriye politikasında da benzer bir durum yaşanmış ve Esed rejimine yönelik bakış değişmiştir. Suriye’nin AB tarafından yeniden “öteki” olarak değişimin temelinde Esed rejiminin sivil protestolara karşı ağır silahlar kullanması, muhaliflerle yaşanan çatışmalar, terörizm ve göç sorunu gibi unsurların hem Türkiye’yi hem de AB’yi etkilemesi yatıyordu. Özellikle DEAŞ’ın Suriye ile Irak arasındaki bölgede hâkimiyeti sağlaması ve küresel bir tehdide dönüşmesi, AB’nin ve Türkiye’nin bölge politikalarında güvenliği öne çıkarmalarına neden olmuştur. Buna bir de çatışmalardan kaçan milyonlarca sivilin Avrupa’ya yönelmesi eklendiğinde AB için, Suriye krizi bir güvenlik tehdidi olarak algılanmaya başlanmıştır. Suriye krizinin derinleşmesi ve hem Türkiye’yi hem de AB’yi etkilemeye başlamasıyla birlikte tarafların krize verdiği reaksiyon da değişmiştir. Halkın demokratik talebi olarak görülen protestoların çatışmaya dönüşmesi ve bölgeselleşmesi, sorunun güvenlikleştirilmesine neden olmuştur.

Arap Baharı Suriye’de siyasi ve ekonomik problemlerden kaynaklanmış ve halk Esed yönetiminden reformlar talep etmiştir. Fakat Esed yönetiminin başlangıçta bu taleplere karşı aşırı şiddete başvurması üzerine halk, Esed yönetiminin yıkılmasını istemiştir. Zamanla protestolara karşı şiddetin dozu artıp sivil kayıplar çoğaldıkça halk Esed’in sadece yönetimi bırakmasını değil, kendisiyle beraber Baas yönetiminde bu kayıplara neden olanların da cezalandırılmasını istemiştir. Arap Baharı sonrası yaşanan gelişmeler sonucunda Türkiye’nin Suriye politikası başlangıçta Esed rejimini desteklemeye yönelik olmuştur.Bu dönemde halkın taleplerinin yerine getirilmesi konusunda yardımlar sağlanacağı ve çoğu batılı ülkeler Esed rejiminin yıkılmasını isterken Ankara yönetimi gelişen ilişkiler dolayısıyla Esed’ın devam etmesi yönünde bir politika izlemiştir. Lakin tüm uyarılara rağmen Esed rejimi halkın üstündeki baskıyı arttırmaya devam etmiş ve yaşanan gelişmeleri terör eylemleri olarak nitelendirmiştir. Gösteriler başladıktan yaklaşık 6 ay sonra Türkiye ve Suriye yönetimlerinin arası gerilmiş karşılıklı siyasi restleşmeler görülmüştür. Dönemin başbakanı Erdoğan, Esed ile konuşacak bir şey kalmadığını ve gereken ambargoların uygulanacağını belirtmiştir. İki lider arasındaki ilişkiler koptuktan sonra Ankara yönetimi, desteğini Suriye’deki muhaliflere kaydırmıştır. Bu dönemde Esed rejimine karşı uluslararası baskıyı arttırma stratejileri devreye sokulmuş fakat özellikle Rusya ve Çin buna engel olmuştur. Suriye Halkının Dostları Grubu toplantısı sonucu Suriye Ulusal Konseyi’nin Özel Suriye Ordusu ile birleşmesini desteklemiştir. Fakat bu dönemde Türkiye, uluslararası toplumdan yeterli desteği alamamıştır. Bu döneme kadar iki taraf da krizi siyasi ve diplomatik seviyede tutmaya özen göstermiştir. Krizin askeri boyuta geçişi ise 22 Haziran 2012 tarihinde Suriye’nin 13 deniz mili açığında Türk F-4 jetinin düşürülmesi ile gerçekleşmiştir. Bunun üzerinde Ankara yönetimi, krizi askeri seviyeye taşımanın ilk adımı olarak angajman kurallarını değiştirmeye karar vermiştir. Angajman kurallarının kapsamı, bölgedeki tüm silahlı örgütlerin ve rejim askeri varlıklarının sınırda belirmesi halinde tehdit olarak algılanacağı ve uyarı yapmadan vurulacağını kapsamaktaydı. Bu dönemde gerçekleşen ve krizi tırmandıran bir diğer gelişme de Tel Abyad ateşlenen havan mermilerinin Akçakale’ye düşmesi olmuştur. Olay sonucu 5 sivil vatandaş hayatını kaybetmiştir. Saldırıdan sonra Ankara yönetimi NATO’yu acil toplantıya çağırmış ve Patriot füzelerinin sınıra yerleştirilmesini talep etmiştir. Füzelerin savunma amaçlı kullanılacağı belirtildikten sonra 14 Aralık tarihinde füzeler yerleştirilmiştir.Dönemin bir diğer olayı, Cilvegözü Sınır Kapısı’nda gerçekleştirilen bombalı araç saldırısı olmuştur. 18 kişinin hayatını kaybettiği saldırı bazı muhalif gruplar tarafından gerçekleştirilmiş, amaçlarının ise Suriye’den Türkiye’ye geçen mültecilerle Türk vatandaşlarını karşı karşıya getirmek olduğu iddia edilmiştir.

Sonuç olarak Suriye’deki iç savaşın Türkiye’ye yansımaları askeri boyuta geçmiş ve sınırında yeni tehditler algılamaya başlamıştır. Özellikle yapılan eylemin tehdit olarak nitelendirilmesi ve sivil kayıpların oluşmasıyla güvenlikleştirme teorisinin şartları yerine gelmiştir. Getirilen angajman kuralları ile yapılan sınır ihlalleri; ülkenin egemenliğine, toprak bütünlüğüne saldırı olarak nitelendirilmiştir. Bu söylemler sonucu güvenliğin tehdit edildiği algısı oluşturulmuştur. Esed yönetiminin 2015 sonuna kadar ülkenin hakimiyetini büyük ölçüde kaybetmesi ile yeni silahlı gruplar ortaya çıkmış ve bu örgütlerin varlığıyla Türkiye ve Suriye için yeni tehdit unsurları belirmiştir. Bölgede oluşan güç boşluğu sonucunda Türkiye’nin tehdit algısına Esed rejimi dışında DAEŞ ve YPG terör örgütleri de eklenmiştir.Türkiye’nin karşısına bu dönemde YPG çıkmıştır. Anayasal olarak ülkenin bölünmezliğine, toprak bütünlüğüne aykırı hareket edip tehdit oluşturan bu örgüt, güvenlikleştirme teorisine göre Türkiye’nin güvenlikleştirdiği bir sorun olarak görülmektedir. Bunların dışında DAEŞ benzeri yapılan terör eylemleri de hayati tehdit unsurları barındırmakta olup Türkiye için bir beka sorunu teşkil etmiştir. YPG özellikle 2015 yılında DAEŞ ile karşı karşıya gelip DAEŞ’in kontrolündeki bazı yerleri ele geçirmiş ve Türkiye sınırının yaklaşık 2/3’ üne hâkim olmuştur. Bölgedeki güç boşluğu ile terör örgütleri ortaya çıkmış ve ülkedeki karışıklığın artmasına sebep olmuştur. Saldırılar sonucu sadece hayati unsurlar tehlike altına girmekle kalmamış, aynı zamanda bu bölgedeki şiddetten kaçan Suriyeli mülteciler de Türkiye için sorun teşkil etmiştir. Toplumlar arası entegrasyonda yaşanan problemler, artan işsizlik oranları ve gerçekleşen saldırılar sonucu Suriyeli mültecilere olan güvensizlik artmaya başlamış ve toplumda huzursuzluklara sebep olmuştur. Türkiye sınır güvenliğini sağlamak için 3 harekâtta bulunmuştur. Türkiye’nin operasyonu başlatma amacı uluslararası hukuktan kaynaklanan sınır güvenliğinin sağlanması, DAEŞ saldırılarının önlenmesi ve sınırda terör koridorunun engellenmesi için yapılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri, ‘Fırat Kalkanı Harekâtı’ ile 24 Ağustos günü harekata geçmiştir. Hedef noktaları ise Azez- Cerablus- Rakka olarak belirlenmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başlattığı bu harekât yaklaşık 216 gün sonunda 29 Mart 2017’de sona ermiştir. Suriye’de iç savaş çıktıktan sonra bölgede etkinliğini arttıran DEAŞ’e karşı ABD, karada tercihini YPG’den yana kullanmıştır. Fakat ABD’nin YPG’ye yaptığı silah yardımları Türkiye’ye karşı kullanılmaya başlanmıştır. PKK’yı ve YPG’yi tamamen engellemek, Fırat Kalkanı ile oluşan güvenliği devam ettirmek için 20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı Harekâtı başlatıldı. Fakat Türkiye’nin Zeytin Dalı Harekatı’nda bir diğer hedef bölgesi Münbiç olmuştur. YPG birliklerinin yoğunlukta olduğu bu bölgede ABD devreye girmiş ve Türkiye ile mutabakata varmıştır. Mutabakatta, Münbiç bölgesinde yer alan YPG güçlerinin bu bölgeyi bir ay içerisinde boşaltacağını ve 3 ay içinde ortak devriyenin tamamlanacağı belirtilmiştir. Ancak mutabakat, ABD’nin teknik sorunlar öne sürmesiyle gerçekleşmeyecektir. Bu gelişmelerin ardından 7 Ağustos 2019’da ABD ile “Barış Koridoru Mutabakatına” varılmıştır. Mutabakatın temel hedefi Fırat’ın doğusunda güvenli bölge oluşturulması ve Şanlıurfa’da müşterek harekât merkezinin kurulması yönünde olmuştur. Fakat mutabakat sonrası Ankara yönetimi ikinci kez bir oyalamaya fırsat vermeyeceklerini açıkça belirtmiştir. Mutabakat sonucu beklentilerini alamayan Ankara yönetimi için yeni bir harekatın sinyalleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı’na başlatmadan önce sınır güvenliğini askeri sektör yerine siyasi sektörde ele almış ve ABD ile masaya oturup Fırat’ın doğusunda algıladığı tehditleri siyasi yollarla çözmeye çalışmıştır. Yapılan 'Barış Koridoru Mutabakatına’ rağmen istediği verimi alamayınca, güvenlikleştirme askeri sektöre doğru yönelmiştir. Özellikle Donald Trump’ın Erdoğan’a gönderdiği mektubun sosyal medyada yayınlanması Türkiye’nin iç siyasetinde tepkiyle karşılanmıştır. Tüm bu gelişmeler sonucu Türk Silahlı Kuvvetleri 9 Ekim 2019’da Fırat’ın doğusunda Barış Pınarı Harekatı’nı başlatmıştır. Operasyonun 8. gününde Türkiye ile görüşmeye gelen Amerikan Başkan Yardımcısı Mike Pence, Ankara yönetiminden operasyonu askıya almasını talep etmiştir. Görüşmeler sonucu Türkiye operasyona 120 saat ara verme kararı almıştır. Görüşmede Pence tarafından YPG militanlarının sınırın 120 km gerisine çekileceği taahhüt edildi ve bu bölgenin boşaltılacağı taahhüt edilmiştir. 120 saatlik ara bitmek üzereyken ABD’nin bölgeden çekilme kararı sonrası, etkinliğini arttıran Rusya devreye girmiştir. Putin ile masaya oturan Ankara yönetimi görüşmeler sonucu bir dizi kararlar almıştır. İlk olarak verilen arayı 150 saat daha uzatma kararı almıştır. Bunun dışında M-4 karayolunda ve Kamışlı bölgesi hariç güvenli bölgenin sağ ve sol tarafında 10 km derinliğinde ortak devriye atılması kararı alınmıştır. Son olarak da Rus hükümeti YPG’lilerin sınırdan 30 km geriye çekileceğini söylemiştir. Ankara yönetimi istediğini alamamış fakat güvenlikleştirme yönünde büyük bir adım atmıştır. Barış Pınarı Harekâtı ile dikkat etmemiz gereken bir diğer husus da Türkiye’nin zorlayıcı diplomasi söyleminin, güvenlikleştirme teorisinin askeri ve siyasi sektörünün iç içe geçmesinin bir ürünü olduğudur. Algılanan tehditlerin önce siyasi bir süreçten geçmesi, ardından tehdidin devam etmesi halinde askeri unsurların devreye girmesi tam anlamıyla zorlayıcı diplomasinin tanımıdır. İşte bu noktada Ankara yönetimi içsel ve dışsal etkenleri kullanarak algıladığı tehditleri hem askeri hem siyasi sektörde güvenlikleştirmiştir.


SONUÇ

Çalışmada ilk olarak güvenlikleştirmenin ne olduğu, bir tehdidin güvenlik meselesi olması için hangi şartların olması gerektiği anlatılmıştır. Güvenlikleştirmenin öğelerinde detaya inip referans nesnesinin kademeleri anlatılmış, güvenlikleştirici aktörün bireyler veya kurumlar olabileceği ve olaylardan bağımsız fakat olayların seyrinde önemli rol oynayan işlevsel aktörlerin varlığından bahsedilmiştir. Türkiye başta Suriye’ye karşı yumuşak güç politikası uygularken, sınır ihlalleri ile sert güç politikasına geçiş yapmıştır. Suriye’ye silah yardımı yapan ABD ile çözüm yolları önce diplomatik yollarla aranmıştır. En sonunda havan mermilerinin Akçakale’ye düşmesi üzerine askeri yollara başvurulmuştur. TSK üç ayrı harekatta bulunmuştur. Sınırlarımızda tehdit unsuru olarak görülen birçok bölge alınmış ve terörden arındırılmıştır. Harekatların sonucunda olaylara Rusya’nın da dahil olmasıyla Türkiye tekrar diplomasi sürecine girmiştir. Hem gövde gösterisi ile sert güç uygulayarak, hem de diplomasi ile yumuşak güç uygulayarak aslında iç ve dış politikaları çok iyi yöneterek gücünü diğer bütün devletlere göstermiştir. Kısacası 2023 yılında 100. yıldönümünü kutlayacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasının iç ve dış gelişmesi ile güvenlikleştirme teorisi adı altında seyir izlediği ve seyir izleyeceği görülmektedir.


KAYNAKÇA

1-     Kopenhag Okulu – Güvenlikleştirme Teorisi / Güvenlik Stratejileri Dergisi / Yıl:11 / Sayı:22 / Sayfa:65

2-     Güvenlikleştirme Teorisi Bağlamında Türkiye’nin Suriye’deki Sınır Güvenliğinin Analizi / Sayfa:3 / Ole Weaver (2003:21)

3-     Kopenhag Okulu – Güvenlikleştirme Teorisi / Güvenlik Stratejileri Dergisi / Yıl:11 / Sayı:22 / Sayfa:63

4-     Güvenlikleştirme Teorisi Bağlamında Türkiye’nin Suriye’deki Sınır Güvenliğinin Analizi / Sayfa:3

5-     Kopenhag Okulu – Güvenlikleştirme Teorisi / Güvenlik Stratejileri Dergisi / Yıl:11 / Sayı:22 / Sayfa:71

6-     Türk Dış Politikası: Temel İlkeleri ve Soğuk Savaş Ertesindeki Durumu Üzerine Notlar / Prof. Dr. Baskın Oran / Sayfa 16

7-     Güncel Türk Dış Politikasına Eleştirel Bir Bakış / Mitat Çelikpala / 30 Ekim 2020

8-     Güvenlikleştirme / Uluslararası İlişkiler Konseyi / Dr. Fulya Hisarlıoğlu / 24 Ekim 2019 / Sayfa:1

9-     Kopenhag Okulu – Güvenlikleştirme Teorisi / Güvenlik Stratejileri Dergisi / Yıl:11 / Sayı:22 / Sayfa: 75, 77, 78, 82

10- Paratic.com / Politika- Nedir?

11-  Güncel Türk Dış Politikasına Eleştirel Bir Bakış / Mitat Çelikpala / 30 Ekim 2020 / Dış Politikayı Etkileyen Faktörler, Kaybolan AB Ekseni

12- Güvenlikleştirme Yaklaşımı ve Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Anlayışındaki Dönüşüm / Altan Aktaş / Sayfa: 84

13- Güvenlikteki Kurumsal Değişim ve Türkiye’nin Güvenlik Yaklaşımı ve Politikaların Etkileri / Yrd. Doç. Dr. Murat Gül / Sayfa: 38

14- SETA / Türk Dış Politikası Yıllığı 2010 / Burhanettin Duran, Kemal İnat, Mesut Özcan

15- Kopenhag Okulu – Güvenlikleştirme Teorisi / Güvenlik Stratejileri Dergisi / Yıl:11 / Sayı:22 / Enerji ve Güvenlik, Kurumsal Dönüşüm

16- Güvenlikleştirme Yaklaşımı ve Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Anlayışındaki Dönüşüm / Bilgin, 2005: 183-184 / Altan Aktaş / Sayfa: 27

17- Güvenlikleştirme Yaklaşımı ve Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Anlayışındaki Dönüşüm / Aydın,2003: 165-167 / Altan Aktaş / Sayfa: 27

18- Uluslararası Güvenlik Yaklaşımlarının Tarihsel Dönüşümü ve Yeni Tehditler / Selahaddin Bakan / Sanayi Şehri / Sayfa: 135

19- AB- Türkiye İlişkileri ve Suriye Krizi / Haziran 2017 / Mesut Özcan / Sayfa: 1, 2, 3

20- Güvenlikleştirme Teorisi Bağlamında Türkiye’nin Suriye’ deki Sınır Güvenliğinin Analizi / Sayfa: 11,12,13,14,15,16,17,18

21- Perspektif.online / 2021’e Girerken Türk Dış Politikasınanın Dönüşümü

22- Hypotheses / Güncel Türk Dış Politikasına Eleştirel Bir Bakış / Mitat Çelikpala / 30 Ekim 2020 / Sonuç


O-Staj Ekibi
  • PAYLAŞ

YORUMLAR