Downfall Film Analizi

Downfall Film Analizi

  • Film Analizi
  • 15 Mart 2021 Pazartesi
  • 0
  • Okunma : 4728

Filmin Adı: Downfall (Der Untergang) Çıkış Tarihi: 14 Eylül 2004 (Toronto Film Festivali) Yönetmen: Oliver Hirschbiegel Tür: Savaş/Dram


“Çocuklarım Nasyonal Sosyalizmin olmadığı bir dünyada büyümemeli!”

Filmi izlerken çoğu kez şahit olduğumuz, bir liderin ve onun ideolojilerinin nasıl tanrısallaştırıldığını gözler önüne seren yapıtta, nasyonal sosyalizmi anneliğinin bile üstünde tutan Magda Goebbels’in bu sözleri, aslında filmin temasını özetler nitelikte.

Downfall, İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında Nazi Almanya’sının ve Hitler’in çöküşünü anlatan 2004 yılı Alman yapımı tarihi bir drama filmidir. Yönetmenliğini Oliver Hirschbiegel’in yaptığı filmin senaryosu Joachim Fest tarafından yazılan “Inside Hitler’s Bunker / Der Untergang” (Hitler’in Sığınağında) adlı eserinden esinlenilmiştir. Filmde genel olarak Alman halkının bir lidere olan sorgusuz ve koşulsuz bağlılığına ve bir diktatörün aşırıcı ve faşist politikalarıyla kendi sonunu nasıl hazırladığına şahit olmaktayız. Bu anlamda filmin açılışı ve finalinde, Adolf Hitler’in sekreteri Traudl Junge’ın pişmanlık içeren konuşmasında faşizmin yarattığı duyguların bir ulusu ne denli kör edebileceğini, bir genç kadının gözünden görmekteyiz.  İkinci Dünya Savaşı ve Nazi Almanya’sının yansıtıldığı filmleri göz önüne aldığımızda akla gelen Yahudi Soykırımı gibi kilit konular geri planda kalmıştır. Temelde anlatılmak istenen çok daha derin olsa da film daha çok Alman ulusunun çektiği çilelere ve Hitler’in insani yönlerine ağırlık vermiştir. Bu açıdan film, Hitler’in dehşet veren eylem ve ideolojilerine rağmen onun “insanlaştırılması” ve bunun Hitler’e karşı bir sempati oluşturabileceği ihtimali gibi tartışmalara yol açmıştır.  Öte yandan filmin Alman yapımı olması nedeniyle ne derece objektif olduğu da farklı bir tartışma konusu olmuştur.

Filmde bir tarafta liderlerine fanatik bir biçimde bağlı olan halk, diğer tarafta ise “Eğer benim halkım bu sınavda kırıldıysa üzülüp gözyaşı dökemem. Hak ettikleri bundan başkası değildi. Halk bu kaderi elleriyle kendisi yazdı” cümleleriyle kendi halkını bile gözden çıkarmış bir lideri görmekteyiz. Öte yandan film, Kızıl Ordu’nun Berlin’in kapılarına kadar dayanması ve generallerin ihanetine uğramasıyla birlikte gerçeği reddederek gitgide paranoyaklaşan Hitler’in psikolojik sağlığını da gözler önüne sermiştir. Öyle ki Hitler, bir ulusun kaderini belirleyen en temel şeylerden birinin de bu olduğunun kanıtıydı. Hitler, Nietzsche’nin “üstün insan” felsefesini temel alarak kutsallaştırdığı, uğruna soykırımlar ve savaşlar başlattığı Saf Ari ırkını bile bu yenilgi karşısında “Zayıfa acımak en büyük günahtır” diyerek terk etmiş ve bu yenilgiyi reddederek bir nevi halkının omuzlarına yüklemiştir.

Hitler’in yenilgiye rağmen Berlin’i terk etmemesi ve Albert Speer’in “Perde kapanırken sahnede olmalısınız” replikleriyle, zihinlerde onurlu ve şerefli bir lider tasviri oluşsa da Hitler’in intihar ederek hem halkına hem kendi davasına ihanet ettiğini söyleyebiliriz. Bir liderin egosu, devlet yönetimiyle bütünleşmiş ve yalnızca yok etmek istediği bir ulusun değil, kendi ulusunun da sonunu getirmiştir. Bu noktada Hitler, Machiavelli’nin insanın doğası gereği kötü ve bencil olduğu ve amaca ulaşmak için her yola başvurulabileceği tezlerinin vücut bulmuş halidir diyebiliriz. Film, “canavar” diye imgelediğimiz şeyin neticede bir insan olduğunu ve bu vahşetin de bir insan eseri olduğu gerçeğiyle yüzleşmemizi sağlamıştır. Bu da Hannah Arendt’in gerçek kötünün sıradan insan olduğunu ifade eden “banality of evil” (kötülüğün sıradanlığı) ifadesini doğrulamaktadır. Var olan kötülüğün sıradanlaştığı ve bunu bir görev ya da yasaya atfederek bu kötülüğün normalleştirildiği bir sistemin en nihai sonucu, bir yıkım olacaktı. Film, bu mekanizmanın çöküşünü gözler önüne sermiştir.

Filmin yüzeye çıkardığı bir diğer gerçek de tarih boyunca tüm diktatörlüklerin despot yönetiminin altında yatan duygunun öfke olduğu gerçeğidir. Bu öfkeyi Hitler’in “Şu anda kendimle sadece Yahudilerle mücadele ettiğim için övünebiliyorum ve Almanların yaşam alanlarını Yahudi zehrinden temizleyebildiğim için” sözleriyle en çaresiz anında bile vicdani bir sorumluluk ve pişmanlık hissetmemesinden anlayabiliyoruz. Bu öfkeyi besleyerek bir ulusu yok edecek güce dönüşmesine neden olan nedir diye sorguladığımız noktada da Adolf Hitler’i, Hitler yapan gerçekle yüzleşmekteyiz. Onun izinden giden onlarca insanın bu suça ortaklık etmiş olduğu gerçeği de Hitler’in “Halkı biz zorlamadık. Bize yetkiyi onlar verdi” sözleriyle pekişmiştir. Film bu anlamda onun izinden giden insanlara da yakından şahit olmamızı sağlamıştır.

Tüm bunları düşündüğümüzde yapılan eleştirilerin aksine film, Hitler’in sempatik bir yönü olduğundan çok, kişiliğine, fikirlerine ve acımasızlığına daha yakından şahit olmamızı sağlamıştır. “Şeytani bir canavar” olarak betimlediğimiz Hitler’in de bir insan olduğunu ve tek suçlunun Hitler olmadığını bu filmle birlikte anlayabiliyoruz. Nasyonal Sosyalizmin olmadığı bir dünyada yaşamak istemeyen ve bu yolda intihar etmeyi bile göze alan, Hitler’in fikirlerini ve emirlerini sorgulamadan yerine getiren ve bu fikirler bazında kendilerinde vicdani sorumluluk hissetmemiş onlarca Alman askerinin de Hitler kadar suçlu olduğunu görüyoruz. Sekreterin film sonunda “Genç olmak bir bahane değildir. Bunu anladım” sözleri bu kolektif suçun gerçekliğini göstermektedir. Zayıf ve topluluk dışından olan herkesin yok edilmesi fikrine dayalı doğa kanununu benimseyen Hitler’in “Nazi Almanyası”, belki de tarih boyunca güçlünün zayıfı ezdiği dünya düzeninin en iyi örneklerinden olmuştur.

Filmde bir sahnede Hitler’in Frederick The Great’in tablosunun karşısında yıkılmış ve hayal kırıklığına uğramış bir adam olarak oturması, akıllara onun ilham kaynağı olan Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı niteliğindeki “Üçüncü Reich”ini getiriyor. Belki de filmde Hitler’in bu hayalini en güzel tasvirleyen cümleler şunlardı; “Benim aslında büyük fikirlerim vardı. Hem Almanlar hem de dünya için. Kimse beni anlamadı, eski dava arkadaşlarım bile. Süper güç olmaya öyle yaklaşmıştık ki…”  Tarih boyunca kıta üzerinde hegemonya ve birlik oluşturma adına farklı şekillerde birçok girişim gerçekleşmiş ve Hitler’in bu davası ilk olmamıştır. Filmde 50 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olan Hitler ve onun vahşet dolu ideolojileri temelinde savaşın insanlık tarihinde bıraktığı yıkımı bir kez daha gözlemleyebiliyoruz. Avrupa’da tarih boyunca Hitler gibi birçok diktatör, milli birlik oluşturma çabasına girmiştir. Tüm bu eylemlerin arka planında Orta çağ dönemlerinden bu yana Avrupa siyasi düşüncesinin temelinde yatan sömürgeci ulus-devlet olgusu var olmuştur diyebiliriz. Filme ismini de veren bu çöküş, ülkeleri barış ve düzen arayışlarına yönelterek büyük bir dönüm noktası ve tarihi bir ders olmuştur.  Nitekim savaşın getirdiği bu yıkım “her son bir başlangıçtır” deyimindeki gibi bugünkü Avrupa’nın ve yeni bir dünya düzeninin daha başlangıç noktalarından olmuştur.

                                                                                                                     

                                                                                                              Arıya KATI

Avrupa Çalışmaları Stajyeri


O-Staj Ekibi
  • PAYLAŞ

YORUMLAR